Nasıl Bir Milletiz ?

87

Edirne’li on erkek vatandaşımıza, isimlerini sorsak; Ahmet, Mehmet, Mustafa vb. diyecekler. Hakkari’li on erkek vatandaşımıza adlarını sual etsek; Hüseyin, Reşit, Kadir vb. diyecekler. Aynı şekilde Edirne’li on kadın vatandaşımızın isimlerini merak etsek; Hüsniye, Kadriye, Makbule vb. diye cevaplandıracaklar. Hakkari’li on kadın vatandaşımızdan isimlerini söylemelerini istesek; yine Hayriye, Cemile, Fadime gibi olan adlarını telaffuz edecekler.

Şüphesiz, menşei ne olursa olsun, kullana geldiğimiz her kelime Türkçe’dir. Fakat, mes’ele anlaşılsın diye yazıyorum: Ne Edirne, ne de Hakkari’deki kadın ve erkek vatandaşlarımızın isimleri, köken bakımından ne Türkçe, ne de Kürtçe’dir. Öyleyse neyin kavgası yapılıyor?

Hemen belirtmek isterim ki, bizler Kürt asıllı vatandaşlarımızı -tarihin verilerine dayanarak- ayrı bir millet olarak değil, bu milletin öz kardeşleri ve bu milletin bir parçası olarak biliyor ve o gözle bakıyoruz. Fakat mes’ele, iyice anlaşılsın diye böyle bir üslup kullandık.

Türk’ün de, Kürt’ün de adları, İslami isimler. Bu ise, oluştaki birlik ve beraberliğimizi gösteriyor. O halde neyin mücadelesi yapılıyor? Edirne’li de, Hakkari’li de Müslüman. Aldıkları isimler de, doğuşlarından değil, oluşlarından ötürü. Oluşları ise İslamiyet’tir. Nitekim: “Mü’minler / İnananlar kardeştir.” diyor, müşterek kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim.

Türkler, İslam’a geldikten sonra, alfabelerini bırakıp, İslam alfabesini kullanmaya başladılar. Bugün de, Latin alfabesini kullanıyorlar. Kürtler de kullanacaksa, ya İslam veya Latin alfabesini kullanmak zorundalar. Dikkat! Ne Türk’ün alfabesi Türk alfabesi, -farz-ı muhal- ne de -olacaksa- Kürt’ün alfabesi Kürt alfabesi. Öyleyse neyin mücadelesi yapılıyor?  Bir kısım Kürt kardeşlerimiz; maalesef kör bir dövüş içindeler!

Gelelim bayrağımıza; motifi Hilal olup, İslam’ın sembolüdür. Rengi ise, şehit kanlarının rengi. Yani Müslüman Türkiye’nin keyfiyetine göredir. Türkiye’deki her Müslüman’ın kucaklayıp benimseyerek kabullendikleri cinsten. Kaldı ki bu bayrağa; Bosnalı da sarılıyor, başka Müslüman kardeşlerimiz de. “Bakıp Türk’ün bayrağına” hasret gideriyor, ona hasret duyuyorlar.  

 Türkiye Cumhuriyeti Milli Marşı’na gelince; minareden Ezan’ı susmayan ve susmayacak; gönderden bayrağı inmeyen ve inmeyecek bir ülke olduğumuzu ve öyle de kalmak istediğimizi:

“Bu Ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”

Mısralarıyla Dünya’ya haykıran bir marş.
Var olma ve yaşama hakkımızı da:

“Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin İstiklal.”

Diyerek terennüm eden bir Marş, bizim Marşımız.

“Arab’dan sonra, İslam’ın kıvamı (müdafii ve devam ettiricisi) olan Etrak (Türkler).” Tespit ve hükmünde veciz bir şekilde ifade edilen, ulvi bir ruh ve gayeyle on asırdır; İslam’ın savunucusu olmakta başı çeken; lider konumundaki Türklere kalkacak olan el; ancak dış düşmanlarımızı sevindirecek. İç’de ve dıştaki Müslümanların ise vicdanlarında derin yaralar açacaktır.

304

 Alem-i İslam’ın infial ve bedduasından ise çekinmeli. Hakk’ın sillesine müstahak olmaktan kaçınmalı. Çünkü, Allah’ın rahmeti cemaat üzerinedir.

 Şanlı Ordu’muzun keyfiyet, amaç ve gayesine gelince; bunu en veciz, en özlü ve en güzel şekilde büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı dile getirmiş ve şu mısralarla, tarihin altın sayfalarına perçinlemiştir:

“Şu kopan fırtına, Türk Ordusu’dur Ya Rabbi!
Senin uğrunda ölen Ordu, budur Ya rabbi!

Ta ki yükselsin Ezanlarla müeyyed namın.
Galip et, çünkü bu son Ordusu’dur İslam’ın.”

Netice olarak, dokunmayın ve dokundurtmayın bu Kutsal Vatan’a, bu Asil Millet’e ve bu İslam Devleti’ne diyor. Bütün vatan evladını; son vatan parçasında, Ay-Yıldızlı bayrağın gölgesinde, Ezan-ı Muhammedi’nin eşliğinde bir ve bütün olmanın şuuruna halel getirmemeye çağırıyor. Hepimizi Allah’a emanet ediyor. O’nun emanında olduğumuza:                   

“Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez.”

Mısraını şahit tutuyor. Ondan aldığım inanç ve güvenle, bütün kalbimle buna inanıyor. Herkesin de buna inanmasını istiyor ve bekliyorum.

Önceki İçerikSıla-i Rahimin Önemi (1) (Akrabalarla İlgilenmek)
Sonraki İçerikHicret ve Hicri Yılbaşı
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.