Yerdeki bütün ölçü ve dengeler; akıl, idrak ve muhakemeye uygun İlahî takdirlerdir.
İslâm’daki rahmet, Kur’an semasındandır. Kur’an Medeniyeti’nin esasları / temelleri müsbettir.
Saadet ve mutluluk çarkı, bu müspet esaslar üzere döner.
Dayanak noktası, kuvvete bedel haktır.
Hakkın devamlı gereği ise, adalet, dengeli ve ölçülü davranmaktır.
Birbirine denk olmak üzere harekettir. Çünkü selâmet bundan çıkar.
Böylece şekavet / sıkıntı, sızlanma ve mutsuzluk zail, yok olur, ortadan kalkar.
Hedefinde; menfaat yerine fazilet vardır. Faziletin gereği ise,
Muhabbet, birbirine yakınlık hissetme ve birbirini cezbetmedir.
Bundan da, mutluluk ve saadet çıkar. Zail, yok olur adavet ve düşmanlık.
Hayattaki prensibi: Cidal / mücadele, kavga, kıtal / birbirini öldürme yerine
Teavün / yardımlaşma düsturudur. O düsturun şe’ni / gereği ise,
İttihad / birlik ve tesanüd / dayanışma olup, bu şekilde toplum canlanır.
Bir hizmetmiş gibi görülen hevâ – heves yerine hidayeti / doğru yolu göstermek.
O hüda / hak ve doğru yolun gereği ise, insana lâyık tarzda terakkî etmek / gelişme, ilerleme
Ve refahet / bolluk, bereket ve rahatlığın kapısını açmak.
Ruha lâzım surette tenevvür edip nurlanarak aydınlanmak.
Tekâmül ederek yükselme ve olgunlaşmaktır.
Kitleler içinde vahdet / birlik cihetini tardeden unsuriyet / ırkçılık, -dikkat müspet değil-
Menfi milliyet yerine; din, dil bağını geçirmektir. Zira, din dil bir ise millet birdir.
Canım Türkiyemiz’de ise, Din de birdir, Dil de birdir.
Ortak Dinimiz İslâm, Ortak Dilimiz Türkçe’dir.
Nitekim Hz. Muhammed’e sorarlar: “Arap kimdir?”
Muhteşem bir cevap verir: “Arapça konuşandır.”
Demek ki, “Türk kimdir?” sorusuna verilecek cevap da: “Türkçe konuşan.” olmalı.
Çünkü millet; şüphesiz ki, aynı doğuşta olanlarla birlikte, menşe’leri ne olursa olsun,
Aynı oluşta olanların birliğinden meydana gelen, bölünmez bir bütündür.
Nitekim, “İstiklâl Marşı”mızı yazan ve aslen Arnavud olan Mehmed Âkif’i
“Türk” saymamak mümkün mü?
Velhasıl, ittihad ve birlik cihetinin başta gelen gereği, samimi bir uhuvvet ve kardeşliktir.
Şu hususu unutmamak gerekir ki, elbette Medeniyet’te pek çok güzellikler vardır.
Lâkin onlar, aslında ne sadece Nasraniyet / Hristiyanlık malı ne de,
Tüm katkılarına ve yoğun bir şekilde, özellikle fen ve teknik sahada çalışmalarına rağmen,
Tek başına ne Batı’nın icadı ne de şu asrın san’atı değildir.
Belki değil muhakkak ki, bugünkü ilim, fen ve teknik umumun malıdır.
Çünkü, fikirlerin zaman içinde birbirine eklenmesi, ilave edilmesi,
Yani telâhuk-u efkârdan zuhur etmiştir.
İlim ve fen yolunda, insanüstü gayret ve çabalar sonunda;
Ayrıca semadan, İlahî kaynaktan gelen işaret ve dikkat çekmeler doğrultusunda,
Allah’ın bu çalışkan ilim adamlarına, çalışmalarına bir mükâfat olarak yaptığı
İlahî ilhamlar ve içlerine doğan hakikatlerden çıkan buluş ve icatlardan başka bir şey değildir.
Ve bilhassa, İslâmî inkılâptan neş’et eden / doğan, ortaya çıkan ve kaynaklanan bir neticedir.
Bunu kimse kendine temellük edemez / sahiplenemez.
İslâm Medeniyeti, herkese selâmetli bir ortam sunar.
Hariçten bir tecavüz ve saldırı vaki olursa, sadece müdafaada bulunur, savunmaya geçer.
Aşırı davranışlardan kaçar. Saadet odur ki, küllü, bütünü ve geneli içine alıp hepsini kapsar.
Hiç olmazsa, ekseriyet ve çoğunluğu kuşatarak, bir necat ve kurtuluş sebebi sunar.
İnsanlara rahmet olarak nâzil olan, Allah katından inen Kur’an;
Ancak umuma ve eksere saadet sunabilecek bir medeniyeti müjdeler.