Müslüman Mahallesinde Satılan Salyangozların Müşterileri ve Sonrası

63

“Bir şeyi, ona hiç ihtiyaç duymayacak bir çevreye götürme” işini atalarımız, istihzai bir üslupla “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” deyimiyle oldukça etkili anlatmışlar. Elektriğin bulunması ile gece gündüz birbirine girdi, zaman kavramı değişti; internetin icadı ile mekân kavramı değişti, pek çok iş mekândan bağımsız yapılır oldu; insan profilleri, değerler değişti; hangi mekânda hangi işin yapılmasının uygunluğu ve uygunsuzluğu sapla saman gibi karıştı; bir herc ü merc içindeyiz. Bilmem farkında mıyız?

Mesleğini kırk yıl severek yapan bir öğretmenseniz ölünceye kadar toplumun namus bekçisi, yarınların isimsiz toplum mühendisi olmaktan kendinizi kurtaramazsınız.

Markası ve uyguladığı eğitim felsefesinden dolayı “zincir” tabir edilen özel okullardan birinde ziyarette bulundum. Kampüs müdürü oldukça misafirperver ve saygılı biri. Biraz tanışıklığımız ve hukukumuz var. Okul, mimari olarak yüksek albeniye sahip. Konfor adına, hiçbir alt yapıdan kaçınılmamış. Öğretmen-yönetici, yönetici-veli, yönetici ve çalışanlar ilişkisi oldukça mesafeli ve resmi. Öğretmenler için kıyafet serbest, öğrenciler için değil. Ders işlenişi sırasında bazı sınıflarda iki, bazılarında üç öğretmen birlikte bulunuyor. Her öğretmen derse kendince bir katkı sağlıyor. Çalışanlar hariç, okulun açık ve kapalı alanlarında Türkçe konuşmak, yasak. Ne kadar anladığın önemli değil, meramını hep İngilizce anlatacaksın. Türkçe ve edebiyat dersleri bundan muaf.

Kampüs müdürü değerli dostumun, okulu tanıtırken söylediği bir övünç cümlesi dikkatimi çekti: “Hocam, bizim velet de bu sene burada anaokuluna başladı. Daha ilk gün, eve geldiğinde İngilizce 10’a kadar saydı. Türkçe saymayı bilmiyor, ama İngilizcesini öğrendi. Biz burada çok kaliteli bir dil eğitimi veriyoruz.”

Bulunduğumuz ülke, Türkiye; yapılan iş, eğitim; okulda kaldığın sürede konuşacağın dil, İngilizce. Kafamda müthiş bir anafor oluştu, zihnim allak bullak oldu. Yahya Kemal’in, Türkçeye hayranlığını ifade eden “Bu dil, ağzımda annemin sütüdür.” sözünü, Mevlana’ın pergel benzetmesini hatırladım.

Dil, bir kimliktir; ailede öğrenilir, sokakta öğrenilir, okulda öğrenilir. Dilin gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun, kişi kendini en iyi kendi diliyle ifade edebilir. Kendi eserimiz olarak kullandığımız her sözcükte, teneffüs ettiğimiz her nefes gibi hayat vardır, ruh vardır, sevgi vardır, öfke vardır, merhamet vardır, umut vardır. Şairler, en içtenlikli şiirlerini kendi dilleriyle yazabilirler. Kendi dilinin inceliklerini öğrenemeyen, dilin sıcaklığın hissedemeyen bir kişi ne başarılı bir şair, yazar ne de meramını iyi ifade edebilen bir iletişimci olabilir. Dilin ayrıntılı öğretileceği, dil zevkinin hissettirileceği yer, şüphesiz okuldur.

Bir toplumun karakterini, dilin zenginliğini belirleyen; nezaket sözcükleri, deyimler, argo sözlerdir. İngilizce; deyimlerden, ikilemelerden, pekiştirmelerden yoksun bir dildir. Bugünlerde çok kullanılan “Yerli ve milli olmak” ifadesini, “Vıdı vıdı etmek” fiilini, “naçizane” sözcüğünü İngilizceye nasıl çevireceksiniz? Bir araba alan arkadaşınıza “Güle güle kullan veya hayırlı olsun”u nasıl söyleyeceksiniz? “Bayram” olgusunu ve sevincini, “danalar girmiş bostana” deyimini, “Bacanak, baldız, elti, görümce…” gibi hısımlık ilişkileri olmayan, “namus”tan bizim anladığımızı anlamayan bir topluma bunları anlatmak ve ifade etmek mümkün değil. Türk toplumu içinde bu sözcük ve deyimlerin içerdiği manayı yaşayıp bunu İngilizce ifade edememek kişiyi ezecektir, çaresiz bırakacaktır. Kişinin fiziki yapısı neyse aynaya çıkan görüntüsü odur; dil de bir toplumun maddi ve manevi kıymetlerinin aynasıdır. Bu toplum içinde yaşayıp kendini başka dilde ifade etmek, panayırlarda veya lunaparklarda birkaç lira karşılığında, iç bükey, dış bükey, çukur aynalara yansıyan görüntümüze kahkahalarla güldüğümüz gibi, trajikomik bir durumdur.

Kendisini kendi diliyle, bir anne sütü tadıyla ifade edemeyen kişinin dil aidiyeti olmayacağı gibi, vatan, millet aidiyetinin gelişememesi tabiidir. Aidiyet duygusundan yoksunluk, bir bakıma kişinin kendisini doğduğu ve yaşadığı vatan coğrafyasına, diline, tarihine, geleceğine, kendisine emek verenlere karşı borçlu hissetmemesi sonucunu doğurur. Bu milliyetsizlik, kimliksizlik demektir.

Milli eğitimin amacı bu mu olmalıdır? Pergelin sabit ayağı gibi, değerleriyle bu topluma bağlı ancak bütün dünyayı kuşatacak inanç ve kuvvete sahip bir insan tipi yetiştirmek arzusunda değil miyiz? Bu arzuyu, yukarıda örneğini verdiğim eğitim uygulaması ne kadar desteklemektedir? Deveye de kuşa da benzemediği için “devekuşu” dediğimiz insan tiplerini yetiştirdiğimizin farkında mıyız?

Şüphesiz bu bir arz talep işidir. Velilerin bazılarına böyle bir eğitim modeli cazip gelse de bazı özel okulların ve global sistemin bunu körüklediği bir gerçektir. Milli eğitimin ve ailelerin bir görevi de neslimizi, küresel bataklıktan kurtarmaktır. Özel okulların bazıları buna yataklık yapmakta, kendilerini korumaya çalıştığımız çocuklarımızı, küresel pisliğin içine yuvarlamaktadır. Kendi özel müfredatını uygulayan bazı okulların denetim dışında kalması, bu manada “saldım çayıra Mevlam kayıra” veya “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışıyla göz ardı edilmesi, gelecek nesillerin imha ve heba edilmesi sonucunu doğuracaktır.

Eğitimde özgürlük elbette önemli ve gerekli; ancak ayağına ve geleceğine kurşun sıkmanın anlamı yok.