Muhayyel Ermeni Soykırım İkonasının Kurbanları

91

Bu makalede, ilkin ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya inanmanın sosyolojisi ve tarihi ortaya konmaya çalışılacak. İkinci olarak, bir milletin tarihte meydana geldiğine inanılan bir olaydan dolayı, katil olarak itham edilmesinin ve suçlanmasının anlamı üstünde durulacak. Üçüncü olarak, Ermeni soykırım inancını kabul etmeme ve böyle bir inanca karşı gelmenin, suç olarak yasalaşması ve tanımlanması sorunu araştırılacaktır. Ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya inanma – ki Ermeniler bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar- Ataları soykırım suçlusu olarak görülen bir millete mensup olma duygusu -Bilhassa yurt dışında yaşayan Türklerin karşı karşıya kaldığı bir sosyal baskı-ve atasının soykırım suçlusu olmadığına inanmanın suç sayıldığı bir dünyada yaşamanın -Türkler bu suçu kabullenmeye zorlanmakta ve bu amaçla küresel güçler tarafından baskı altında tutulmaya çalışılmaktadır – bedeli üstünde durulacaktır.

Türkiye son otuz yıldır Ermeni soykırımı yalanıyla itham edilmekte ve suçlanmaktadır. Bu suçlamayı yapan ülkelerin ve güçlerin sayısı her yıl daha da artmaktadır. Türkiye suçlamaya karşı tarihi belgelere baş vurarak bunun bir yalan olduğunu dünya kamu oyuna anlatmaya çalışmaktadır. Tarihi metinler ve arşiv belgeleri ile masumiyetini isbatlamaya çalışan bir mahkum gibi davranmaktadır.

Öte taraftan soykırım yalanının yürütücüsü konumundaki Ermeni Diasporası,  Türkiye karşıtı güçlerle işbirliği içerisinde, Türklerin soykırım suçlusu olduklarına kesin bir inançla, propaganda yapmaya devam etmektedir. Türkiye’nin soykırım yalanıyla mahkum edilmesi ile yetinmiyor. Aynı zamanda soykırıma inanmayanların yargılanması yolunu da bir çok ülkede açmış bulunmaktadır. Diaspora Ermenileri, Ermeni soykırımı inancını inkar etmenin, bir insanlık suçu olduğunu, bir çok ülkenin mevzuatında yasal bir düzenleme haline getirmeyi başarmıştır. Diaspora Ermenileri bununla da yetinmiyorlar. Türk milletinin yaşayan bu günkü neslini katillerin çocukları, torunları ve işbirlikçileri olarak suçlamaktadır.

Bu makalede, ilkin ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya inanmanın sosyolojisi ve tarihi ortaya konmaya çalışılacak. İkinci olarak, bir milletin tarihte meydana geldiğine inanılan bir olaydan dolayı, katil olarak itham edilmesinin ve suçlanmasının anlamı üstünde durulacak. Üçüncü olarak, Muhayyel Ermeni soykırım inancını kabul etmeme ve böyle bir inanca karşı gelmenin, suç olarak yasalaşması ve tanımlanması sorunu araştırılacaktır.

Anlaşılacağı gibi, tarihi metinlere inilerek soykırımın işlenip işlenmediğini tartışmayacağım. Bu konudaki tartışmalar için tarihi belgeler yeterince açık olsa bile, sonuçta yapılacak tarihi incelemelerde bilimsel bir sonuç ortaya çıkacaktır. Bilimsel bir açıklamanın ve bulgunun bir inancı ortadan kaldırmaya yetmeyeceği bilim tarihi,  din tarihi ve sosyolojik kaynakları takip edenlerin bildiği bir husustur.

Bundan dolayı, inanç ve dogma haline getirilen tarihi metaforlar için tarihi belgelerin gerçek içeriklerinin fazla bir anlamı da yoktur. Ermeni diasporasının konu ile ilgili anlatımlarına bakılırsa, tarih onlar için yeniden yaratılan ve anlamlandırılan bir araçtır. Yani tarihi metinler, inancın meşruiyeti ve aklileştirilmesi için araç olarak işlem görmektedir.

Bilindiği gibi, tarihi belgelerin ve metinlerin yaşayan inançlar ve söylemler için yeniden yorumlanması, işlenmesi, metaforlara dönüştürülmesi ve inşa edilmesi ilk defa Ermeni diasporasının baş vurduğu bir yöntem değildir. Aynı tavrı ve tutumu 19. ve 20. yüzyılda inşa edilen ulusal kimliklerin ve halen inşa edilmeye çalışılan çeşitli etnik kimliklerin yapılandırılmasında da görmek mümkündür[1] Çünkü dönemin Avrupası’nda, Ulrich Im Hof’un belirttiğine göre,  “Her ulus efsaneye değil, gerçeğe dayalı olduğunu iddia ettiği kendi geçmişi ile ilgili bir tarihe sahip olduğuna…Ölülerle dirilerin birlikte olduğuna dair”[2] bir inanç geliştirmişti.

Bundan dolayı bu çalışmada doğrudan doğruya olayın tarihte meydana gelip gelmediği ile ilgilenmeyeceğiz. Ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya inanma -ki Ermeniler bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar- Ataları soykırım suçlusu olarak görülen bir millete mensup olma duygusu – Bilhassa yurt dışında yaşayan Türklerin karşı karşıya kaldığı bir sosyal baskı-ve atasının soykırım suçlusu olmadığına inanmanın suç sayıldığı bir dünyada yaşamanın -Türkler bu suçu kabullenmeye zorlanmakta ve bu amaçla küresel güçler tarafından baskı altında tutulmaya çalışılmaktadır- bedeli üstünde durulacaktır.

MUHAYYEL MAKTULLERİN İKONASI: SOYKIRIM METAFORU İNANCI

Ermeni Diasporası, soykırıma uğramış bir halk olmayı, bir inanca dönüştürmüştür. Bu inancı pekiştirme yönündeki çalışmalarına devam etmektedir. Muhayyel ölü atalarının intikamını alamadıklarına inanıyorlar, yanıyorlar. Onlar Baudrillard’ın: “Ermeniler yaşadıklarını isbatlamak için öldüklerini ispatlamak zorundalar” şeklindeki ifadesinin, kendi durumlarını ortaya koyduklarına inanıyorlar.

Fransa’daki Diaspora Ermeni hareketlerinin liderlerinden P. Deveciyan atalarının öldürülmelerine inanmanın kendileri için ne kadar hayati bir önem taşıdığını şu şekilde anlatmaktadır: “Ben ne zaman torunuma baksam onun yaşındaki çocukların bir zamanlar sadece Ermeni olduğu için öldüğünü düşünüyorum. Bu her gün yaşanması imkansız bir acıdır. Bu Yahudilerin yaşadığı travma gibi, çok büyük bir travmadır. Ben bir yüzyıl daha halımın altında kadavralarla yaşamak istemiyorum”[3] Asala liderlerinden Avedikyan: “Soykırım demezsem aynada yüzümü göremem”[4] demektedir. Bu anlatı, ölümleri propaganda malzemesi olarak kullanmanın ve bir nefreti tarihi/arkeolojik ikonalarla temellendirmenin, en çarpıcı örneklerinden birisidir. Muhayyel kitlesel kıyımın ikonlaşması olarak tanımlayabileceğimiz bir süreç var ortada. Tıpkı kiliselerde Hz. İsanın çarmıha gerilme sahnesinin sürekli gösterimde tutulması ve ikonlaşması gibi bir durum.

Öldürülme, cinayet, zulüm ve işkence görmüşlük üstüne kurulu bir propagandanın, bir varoluş biçimi olarak algılanması ve Kabul edilmesi gibi bir sorunla karşı karşıyayız. Bu ifadeler, cinayet mağduriyeti ve soykırım miti, üstüne kurulmuş bir propagandanın Diaspora için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Ermeniler ataları gerçekten öldürüldükleri için mi? Maktul ata metaforlarına sığınıyorlar. Yoksa soykırıma uğramışlık inancı onlar için  başka bir değer mi? Taşımaktadır. Bu konuya açıklık getirmek için soykırıma uğrayan halkız, demekle neyi kast ettiklerine bakmak gerekir.  Soykırıma uğradık demekle birlikte, Türkleri suçladıkları açıktır. O halda soykırıma uğramışlık inancı onlar için aynı zamanda başka bir millete karşı önyargılı olma anlamına gelmektedir. Onlar için soykırıma inanma bir hesaplaşmayı gündeme getirmektedir. Bundan dolayı olsa gerek, Ermenilerin Azeri Türklerine uyguladığı soykırımı Azeri düşünür Cemil Hesenli, Müslüman toplumlardaki Kerbela faciasına, Batı toplumlarında ise 1572’de Paris’te Katolikler tarafından üç bin kişinin bir gecede kıyımdan geçirilmesi olaylarına[5] benzeterek anlatmaktadır.

Bir milleti soykırım yapmakla suçlamanın ne anlama geldiğini daha sonra tartışacağım. Şimdilik soykırıma uğramışlık söyleminin Ermeniler için aynı zamanda Türklere karşı bir kin ve nefret duygusu taşıdığını belirterek asıl konuya dönelim.

Ermenilerin gerçekten soykırıma uğrayıp uğramadıkları tarihi belgelerle açıklığa kavuşacak bir konudur. Bu konuda bir çok tarihi belge soykırımın olmadığını ortaya koysa da Ermeniler yine de soykırıma uğradıklarına inanmak zorunda olduklarını belirtiyorlar. Yukarıda belirtmiştik: Konu gerçekten bir soykırımın gerçekleşmiş olması değildir. Sorun her türlü bilgi ve belgeye rağmen Ermenilerin kendilerini soykırıma uğramış bir halk olarak görmelerinde yatmaktadır.  Bir manada Ermeniler varolmalarını soykırıma inanmaya borçlu olduklarını anlatmaya çalışıyorlar. Durum böyle olunca, ortada bir inancın meşruiyetini ve bir nefretin doğallığını göstermek için etkili propaganda ile kendini var etmeye ve
güçlendirmeye çalışan bir etnik kimlikle karşı karşıya bulunmaktayız. Erol Göka’nın belirttiği gibi, Diaspora Ermenileri, cemaat kimliği ile varoluşlarını devam ettirmek için mazlumiyet ve Türk düşmanlığı inançlarını yeni nesillere öğretmek zorunda hissediyorlar, kendilerini[6].

Bu figürle Ermeniler, farklı siyasi coğrafyalara dağılmış olan ırkdaşlarını  ortak bir inanç etrafında toparlamaya, korumaya ve ayakta tutmaya çalışmaktadır. Osmanlı devleti döneminde mağduriyet ve mazlumiyet figürleri, Türk karşıtı propaganda da kullanılmaktaydı. Ancak soykırım miti bu dönemde, henüz kullanıma sokulmamıştı. Soykırıma uğramışlık inancının oluşturulması ve bunun dolaşıma sokulması yaygın olarak 1970’lerden sonra gerçekleşmiştir. Her iki durumda da -yani soykırımsız mazlumiyet ikonası ve soykırımlı mazlumiyet ikonası- dağınık yaşayan Ermenilerin ortak bir siyasi etnik kimlikte buluşturulması amaçlanmıştı.  Ancak bu etnik kimlik belli bir coğrafyada yaşayan ve kendini ifade eden bir kimlik de değildir. Küresel çapta, küresel bir güç olarak ve küresel yönlendirme, manipülasyon aygıtları ve güçleri ile kendini ifade eden, anlatan bir kimliktir.

Ermenilerin Türk karşıtı propaganda ile kendilerini siyasi ve ideolojik olarak var etmeye, inşaya ve güçlendirmeye çalışmaları çabalarını, iki ayrı dönemi esas alarak tahlil etmek gerekir. Birincisi Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna kadarki Osmanlı devleti dönemidir. İkincisi ise 1973’ten sonra Türk diplomatların öldürülmesi ile birlikte Diaspora tarafından ileri sürülen ve kısa bir zaman içinde bütün Ermenilerce benimsendiği anlaşılan soykırıma uğramışlık figürünün yoğun olarak işlendiği dönem.

Osmanlı devleti döneminde siyasi ve ideolojik Ermeni propagandası, mağduriyet, hak gaspı, eşitsiz tutulma ve hürriyetten yoksun bırakılma imajlarını, Batı ülkelerinde propaganda malzemesi olarak kullanıyordu. Batı toplumlarının bilinç altında yatan barbar Türk imajı onların işini kolaylaştırıyordu. Ermeni siyasi ve ideolojik propagandası bilindiği gibi, 1915’ten sonra başlamadı. Bu mağduriyet propagandası çok önceleri vardı. Propaganda bugün iddia edildiği gibi 1915 olaylarını söylemleştirmeden çok önce şekillenmiştir. 1915 olayları Ermeni propagandasına sadece yeni ikonlar ve göstergeler eklemiştir. Soykırım metaforu, 1973 de, Asala tarafından başlatılan terörist saldırılarla birlikte, Ermeni siyasi ve ideolojik  propagandasının en önemli figürü olmaya başlamıştır.

Osmanlı devleti döneminde, Ermeniler Türk karşıtlığı imajı ile bütün Ermenileri ortak bir etnik siyasi kimlikte bütünleştirmeye çalışıyorlardı. Ancak bunun gerçekleşmesi için, siyasallaşmış etnik bir Ermeni kimliğinin bütün Ermeniler tarafından benimsenmesi gerekirdi. Fakat böyle bir kimliğin edinimi için önemli engeller vardı. Ermeni halkında Osmanlı döneminde cemaat kimliği olarak tanımlayabileceğimiz,  bir dini kimliğin mevcut olduğu, bu kimliğin geleneksel ilişkilerle kurumsallaştığı ve yaşandığı bilinmektedir. Bu dini kökenli cemaat kimliği,  bu gün söylenen ve yaygın olarak kullanılan etnik kimlik deyimi anlamını ise tam olarak içermez. Kısaca şöyle belirtelim etnik kimlik özünde bir karşı-kimlik bilinciyle içkindir. Oysa dini cemaat kimliğinde karşı-kimlik olma durumu yoktur.

Ermenilerde bir ideolojik siyasi etnik merkezcilik bilincinin uyandırılması gerekiyordu. Etnik merkezcilik bilinci kendi içinde ayırımcılığı, kendi grubunu diğer gruplardan üstün görmeyi, kendi kimliğini ayrıştıran değer yargılarını, inançları ve yaşam biçimlerini başka gruplarınkinden üstün görmeyi öngörür. Böyle bir önyargı ile etnik kimlik oluşturulmaya çalışılır. Kendini diğer gruplardan üstün görme ve onlar tarafından sömürüldüğüne inanma çoğu kere fiili gerçeklikle alakalı değildir. Öğrenme, yarılma ve propaganda ile etnik bilinç oluşturulur[7].

Siyasi, ideolojik ve etnik Ermeni hareketler, Osmanlı devleti döneminde Ermeni cemaat, fiili olarak mağdur olduğundan dolayı değil, Türk ve Müslüman karşıtı bir propaganda ile etnik kimlik inşa etmenin kolay olacağını varsaydıklarından dolayı, mağduriyet, mazlumiyet metaforlarını propaganda malzemesi olarak ikonlaştırdılar. Çünkü Hıristiyan olarak Müslümanlardan zulüm görmüş olma imajı, dönemin emperyalist Hıristiyan ülkelerin desteği için çok önemli bir slogandır ve Avrupalılar için hayati bir sorundur.

Ermenilerin siyasi programı Osmanlı devletini parçalamak, Osmanlı toprakları üzerinde bağımsız bir Ermenistan devleti kurma şeklinde özetlenebilir. Ermenileri bölgede bulunan Türklerden ve Müslümanlardan farklı bir ulus kimliği altında birleştirme çabası, bu siyasi programın başlangıç ilkesi olmuştur.

Ancak bu siyasi program’ın başarıya ulaşma şansı, uluslaşan diğer halkların mevcut varlıklarına bakıldığında, baştan itibaren mevcut değildi. Muhtemelen bu eksikliği telafi etmek için mağduriyete dayalı etkili propaganda yöntemlerini kullandılar. Bundan dolayı, öncelikle Ermenilerin mağduriyet ve ezilmiş bir halk olma imajını sürekli dolaşımda tutma nedenlerini ve bu yönteme niçin başvurduklarını ortaya çıkartmak gerekir.

Çünkü milli ve etnik kimliklerin inşası her zaman ezilmişlik ve mağduriyet temaları ile kurgulanmamıştır. Bazen toplumun gelenekleri, töreleri, yaşam biçimi kendiliğinden örgütlü milli toplumu oluşturur. Bazen de milli toplum kimliği, kahramanlık, yiğitlik ve zafer miti üstüne kurulur[8]. Kimi toplumlarda ise bu üç yöntem birlikte kullanılır. Ancak bunlardan bir tanesi ağırlıklı olarak işlenir.  Milli kimliklerin inşası ile ilgili ayrıntılı tartışmalar bu çalışmanın konusu değildir. Öncelikle biz, mağduriyet, ezilmişlik ve soykırıma uğramışlık temaları ile kurgulanmaya çalışılan Ermeni kimliği üstünde duracağız.

Osmanlı devleti döneminde, Ermeni siyasi ve ideolojik propagandasının amaçlarını gerçekleşmesi için, baştan beri Ermeni halkının sosyal durumu uygun şartlar taşımıyordu. Ermeniler hep dağınık yaşamışlardır. Tarihte güçlü bir siyasi birleşme ve yönetim oluşturma başarısı göstermemişlerdir. Onların bu durumu, muhtemelen onların Türk ve Müslüman karşıtlığına dayalı, ezilmişlik mitleri oluşturmalarına neden olmuştur. Ermenilerin Osmanlı devleti döneminde, sosyal, siyasi ve ekonomik varlıklarıyla değil, yarattıkları mitolojik metaforlara sığınarak kendilerini ifade etme nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz. Bu nedenler aynı zamanda Ermenilerin ezilmişlik ve mağduriyet duyguları ile kendilerini ifade etme ve gösterme alışkanlığı kazanmasına da sebep olmuştur.

Tarih eksikliğinin mağduriyet imajı ile kapatılması.

Siyasi birliktelik ve var oluş Ermeni tarihçiler için her zaman önemli bir sorun olmuştur. Çünkü siyasal manada örgütlenmiş, bürokratik kurumları ile varlığını ortaya koymuş bir Ermeni devleti tarihte hiçbir zaman mevcut olmadı.  Bu eksiklik onların propaganda ile ve mitolojik inançlarla kin ve nefret üstüne kurulu bir tarih bilinci oluşturmalarına neden olmuştur.

Bilindiği gibi, Ermeni tarih kitaplarında, Ermenilere ait bir  siyasi varoluş ve devlet tarihi örneği yoktur[9]. Ermeni tarihleri aşiret, feodal bey ve kilise tarihi ile sınırlı bilgiler içermektedir. Ermeni tarih uzmanları, millet olduklarını ispat edebilmek için, pozitif ilmin kaynağından ziyade, mitolojik söylentilere, varsayımlara, dini hikayelere  köklü bir dine ve dile sahip olduklarını ileri sürerler[10]. Ermeni tarihi abartılar, yüceltmeler ve efsaneler üstüne kuruludur[11].  Ermeni terörü kötü saptırılmış bir tarih anlayışına dayanır. Kötü Türk, İyi Ermeni Efsanesi bu anlayışın temelini oluşturur[12].

Aslında Ermeni tarihi özü itibarıyla Gregoryan Ermeni kilisesi tarihidir. Ermeni kültür geleneğinin varoluş biçimi siyasi varoluşa ve ifadeye dayanmaz, dini ve kişisel başarı inançlarına dayanır. Ermenilerin bağımsız bir siyasi varolma biçimi tarihte mevcut olmayınca, bu varoluşu muhayyel bir inanca dayandırma çabası önemli bir ihtiyaç olarak belirmiş olmalıdır.

Bağımsız devlet kurma ve bağımsız bir toplum olma örneği, tarihte yaşanmadığı ve mevcut olmadığı için, bu varolma biçimini engelleyen bir düşman yaratma ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkar. Bundan dolayı Ermeni halkı tarihi, Justin M. Carthy’nin söylediği gibi, zalim Türk imajı üstüne kuruludur. Geçmişte yaşanmayan bir varolmayı veya iktidar gösterisini, muhayyel kurgu ile yaşama, bilindiği gibi bütün fanatik dini ve ideolojik hareketlerde rastlanan bir durumdur. Bir gruba ya da ideolojiye katı bir şekilde bağımlı olma ile tanımlanan fundamentalist aidiyetlerde[13] rastlanan bir durum, Ermeni tarih anlayışında içkin bulunmaktadır. Bu durum fiilen yaşanmamış bir geçmişi, başka şekilde imana dönüştürerek yaşama sevdasıdır. Yani tarih eksikliği, mağduriyet, soykırıma uğramışlık,  ezilmişlik duygusuyla kapatılmaya çalışılmaktadır. Tamamen sosyo-psişik bir muhayyel kurgu ve inançla  karşı karşıyayız.

Vatan eksikliği, siyasi sınırları ve yeri belli olmayan bir vatanın, söylemle oluşturulması

Ermeni Siyasi doktrinin hedefe ulaşması için gerekli olan en önemli şartlardan ikincisi de vatan denebilecek bir coğrafyadır. Ancak Ermenilerin her yönüyle kendilerine ait olan bir şehirleri, bir coğrafik bölgeleri yoktu. Ermeni vatanı denebilecek bir coğrafya fiilen hiçbir zaman mevcut olmamıştır. Çünkü, Ermeniler Osmanlı coğrafyasında yaşadıkları bütün bölgelerde, nüfus olarak azınlıkta bulunuyorlardı. 1896 yılında Fransa Dışişleri Bakanı M. Hanotaux, Fransa parlamentosunda yaptığı konuşmada Ermenilerin Osmanlı Ülkesinde  Ermeni vilayetleri olarak ileri sürülen vilayetlerde bile, toplam nüfusun % 13’ünü oluşturduğunu belirtmektedir[14]. Rus kaynaklarında da Ermeni nüfusun bulundukları bütün bölgelerde azınlık olduğu belirtilmektedir.

Coğrafik olarak bir kültürün bir arada yaşanmaması ve kültür aktörleri arasında yeterince paylaşılmaması, metaforlara dayalı bir coğrafik yakınlık fikrini meydana getirme çabalarını ortaya çıkarmış olmalıdır. Gerçekten de Ermeni etnik edebiyatında vatan belirli bir coğrafya ile sınırlı olarak gösterilmez. Bir dağın, nehrin ve sokağın özlemi üstüne kurgulanmış vatan imajı daha çok işlenir. Her ne kadar Anadolu’daki belirli bazı bölgeler, Ermeni hareketlerince siyasi propaganda için Ermeni vatanı olarak gösterilmiş ve haritalandırılmış olsa da, söz konusu coğrafyanın her yönüyle bir Ermeni vatanı olmadığı, Ermeni edebiyatında da fark edilebilir.  Çünkü tarihte her yönüyle, yani kültürü, nüfusu, gündelik yaşamı, sanat eserleri ve üretim faaliyetleriyle tamamen Ermeni olan bir şehir bile mevcut değildir. Muhtemelen bu vatan eksikliği duygusu onları, başkalarına/ hemşehrilerine karşı, karşıtlık duygularını canlandırmaya ve bu karşıtlık duygusuyla üretilen ezilmişlik, öldürülmüşlük ve mağduriyet imajlarını varolma sorununa dönüştürmelerine neden olmuştur.

Ermeni  geleneği ve kültürünün parçalanması ve yapı-bozumuna uğraması

Ermeni siyasi projesinin önüne üçüncü bir engel daha çıkmıştı. Üçüncü engel, bizzat Ermenileri sözü edilen siyasi ve ideolojik proje için, kışkırtan misyonerlerin propagandalarıyla meydana gelmişti. Çünkü misyonerler geleneksel Ermeni Gregoryan kilisesine bağlı olan Ermenileri, bu kiliseden kopartmışlardı. Onların bir kısmını Protestan, bir kısmını ise Katolik yapmışlardı. Mesela Richter J. ‘in belirttiğine göre, Amerikan Board kontrolündeki Protestan Evangelist misyoner örgütler,  Gregoryan Ermenilerin  Protestan mezhebine inanmaları ve geleneksel dini inançlarından kopartılarak özgürleştirilmelisi[15] gerektiğine inanıyorlardı. Çünkü kolonizatör misyonerler,  Ermenileri geleneksel inançları ile kendilerinden saymıyorlardı.

Osmanlı millet sistemi içinde Ermeniler yüzyıllarca dini geleneklerini olduğu gibi korudular, muhafaza ettiler. Kültürlerin paralel yaşaması Osmanlı millet sisteminin en önemli özelliklerinden birisiydi. Ancak Batı kültürü farklılıkların bir arada varolmaları durumunu hoş görmüyordu. Bundan dolayı farklı kültürleri de, kendilerine benzetmeye çalışıyorlardı. Bu benzetme çabası Ermenileri geleneksel kültürden ve inançlardan koparmıştı.

Protestan ve Cizvit misyonerlerin/kolonizatörlerin Ermeni cemaatini kendilerine yakın buldukları doğrudur. Muhtemelen duyulan bu yakınlıktan dolayı, Ermenilere bütün sömürge ülkelerindekine benzer biçimde, yoğunlaştırılmış bir kolonizasyon eğitimi uyguladılar. Bilindiği gibi, Ermenilerin yaşadığı şehirlerdeki Osmanlı toprakları, kolonizatör emperyalist batılı ülkelerce işgal edilmemişti. Buna rağmen Ermenilerin kültürel olarak kolonileştirilmeleri  çok erken dönemde başladı.  Çünkü dini inanç yakınlığı Ermenilerin gönüllü olarak misyonerlere ve kolonizasyon eğitimine, kendilerini açmalarına neden olmuştur. Böylece, Ermeniler misyonerlerin vaad ettiği kurtuluş umutlarına inanmakla emperyalist/ oryantalist propagandanın gönüllü nesnesi haline geldiler.

Osmanlı devleti döneminde Ermenilerin emperyalizm karşısındaki duruşu, müstemleke halkların batı propagandası karşısındaki duruşu gibidir. Ancak Osmanlı vatandaşı Hıristiyanların hepsi için bu durum ve değerlendirme doğru değildir. Mesela Lübnan ve Suriye bölgesindeki yerli Arap Hıristiyanlarla  Anadolu’daki Ermeni Hıristiyanların emperyalistler karşısındaki duruşu, bu bakımdan karşılaştırılabilir. Lübnan ve Suriye Hıristiyanları doğulu ve Osmanlı kimliklerini sonuna kadar korumuşlardır. Bundan dolayı olsa gerek, Edvard Sait gibi anti-siyonist ve anti-emperyalist aydınların sayısı Arap Hıristiyanlar arasında hayli fazladır.  Ancak Ermeniler arasında Sait gibi aydınların sayısı yok denecek kadar azdır.

Ermeniler misyoner propagandası etkisiyle kendi aralarında değişik mezheplere bölündüler. Çünkü bütün kolonizatör misyoner faaliyetleri, otantik bir doğu kilisesi mensubu olan Gregoryan Ermenileri, Protestan, Katolik ve bu dinlerin çeşitli tarikatlarına irtidat etmeye odaklanmıştı. Bilindiği gibi bu propaganda başarılı oldu. Ermeniler sonuçta geleneksel inançlarından koptu. Katolik oldular. Protestanlaştılar. Bölgede keşif gezisi yapan İngiliz ajan,  M. Sykes, bu misyoner propagandasını, rüzgar ekip, fırtına biçmeye benzetmiştir[16].

Muhtemelen bu misyoner fırtınaları otantik Ermeni dini geleneğini parçaladı. Etkisiz kaldı. Ermeni siyasi doktrini bundan dolayı üçüncü bir engele takıldı. Bu dinsel parçalanma ve çözülme önemli bir kimlik ve zihniyet bunalımıdır. Daryush Shayegan’ın emperyalist şiddete maruz kalan doğulu Müslüman Milletlerin zihniyet ve kimlik bilinci için kullandığı “Yaralı bilinç”[17] tanımlaması, kolonizatör misyoner propagandasına maruz kalan Ermeniler için de doğrudur. Ermeniler bu yaralı bilinci mağduriyet söylemiyle derinleştirdiler. Ancak suçlu olarak hep Türkleri gösterdiler.  Türk düşmanlığı metaforu, Ermeniler için söylem düzeyinde de olsa misyonerlerin açtığı bu yarayı kapatan bir araçtır.

Misyoner etkisi ile Ermenilerin geleneksel inançları parçalandı. Bu parçalanmanın etkisi ile oluşan yaralı bilinç onları bir günah keçisi aramaya yöneltti. Bu günah keçisini de onları geleneksel kimliklerinden kopartan Protestanlar ve sömürgeciler, onlara gösterdi. Günah keçisi olarak Türkler seçilmişti. Protestan hareketlerin yöntemleri ile oluşturulan bu propaganda figürü ve göstergesinden dolayı, geleneksel Ermeni Gregoryan kilisesine bağlı olan Ermeniler, Protestan müfrit gruplara katılmak zorunda kaldılar. Ve Türkler günah keçisi konumuna indirgenerek Batı kamu oyu tarafından sürekli suçlandılar.

Ermeni masumiyeti ve mağduriyeti imajı, Türklere saldırmayı meşrulaştırıyordu. Onun için misyonerlerin de amacına hizmet ediyordu. Bu durum, Amerikan ırkçı beyazların tarım mahsullerinin kuraklıktan dolayı düşmesinin suçlusu olarak siyahları cezalandırmasına benzemektedir. Türk karşıtlığı imajı, kendini kaybeden bir kültürün kendini bulması için araçsal bir işlev görmektedir.

Değerini gizlilikle arttıran mahrem ilişkiler:Gizli anarşist hareket ve kutsal itaat örneği olarak Ermeni örgütler

Ermeni siyasi projesini akamete uğratan dördüncü faktör ise, Ermeni çetelerini gizli bir şekilde örgütleyen emperyalist devletler olmuştur. Gizlilik bu çetelerin en önemli örgütsel değeriydi. Örgüt emirlerine körü körüne bağlılık bu gizlilikle sağlanıyordu. Kaynaklar 19. yüzyılda Rusya’da ve Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde örgütlenen nihlist-anarşist gruplarla Ermeni çeteleri arasında yoğun bir işbirliğinin ve temasın olduğunu belirtmektedir.  Düzene isyan ve gizli dayanışma bu anarşist grupların en önemli özelliğiydi. Nihlist anarşist tavır nisbeten açık olan geleneksel Ermeni kültürünü ve toplumsal yapısını yapı-bozumuna uğratmıştır.

Ayrıca Ermeni çetelerin bir kısmı, Rusya’nın, bir kısmı Fransa’nın, diğer bir kısmı ise İngiltere’nin kontrolündeydi. Birinci Dünya savaşına kadar bu çeteler hem Osmanlı devleti, hem yerli Müslüman komşularıyla hem de kendi aralarında çatışıyorlardı. Birinci Dünya savaşında her üç emperyalist güç, Osmanlı devletine birden saldırınca, onların direktifi ile Ermeni örgütleri Rusların safında Türklere karşı savaşa katıldılar. Dolayısıyla emperyalist güdüm her ne kadar Ermeni siyasi doktrini projesini gerçekleştirmek için kurgulandıysa da fiili, bürokratik örgüt düzenleri ve iktidar çekişmeleri, Siyasi doktrin projesini fiilen kendi kendini çürüten bir şekle sokmuştur.

Örgütsel gizlilik ve kapalılık aynı zamanda mitolojik kurgulara inanmayı da kolaylaştırır. Onların halk arasında kökleşmesini sağlar. Çünkü yukarıdan gelen emirlerin sorgulanmadan uygulanması, cemaat üyelerinin biri birleriyle gönül rahatlığı ile konuşamaması, efsanelerin kurgulanmasına neden olur. Aynı durum kapalı bir dini örgütle yapılanan ve örgüte inanmayı dini bir rükün olarak gören bütün fundamentalist gruplar için de geçerlidir.  İşte bu gizlilik kurbanlarla ve muhayyel ölü ruhları ile beslenen intikam ve nefret duygularını besler. Bu gizliliğin beslediği Türk karşıtı duyguyu, Hıristiyanların Yahudilerden nefret etmesi duygusunun kökleşmesine neden olan, Hıristiyan inancına benzetebiliriz. Bilindiği gibi ilk Hıristiyanlar gizli olarak örgütlendiler. Kilise gizli kutsal cemaat anlamına gelir. Yahudilerin Hz. İsa’yı Roma’ya ihbar etmesi, bu ihbar üzerine Hz. İsa’nın çarmıha gerilek kurban edilmesi, Hıristiyan inancında her zaman çok önemli bir metafor olmuştur. Bu metafor anti-semitik duyguları beslemiştir. Bundan dolayı Yahudiler Avrupa’da tarihin her döneminde taciz edilmişler, soykırıma uğramışlar, baskı görmüşler. İşte gizli Ermeni örgütlenmesi Ermenilerin Türk karşıtı bir nefret duygusu ile beslenmesine neden olmuştur. Bu nefret böylece inanca dönüşmüştür.

Halk aydın çelişkisinin gayrı resmi bir baskıya dönüşümü, Kötü Türk ve komşu Türk inançlarının diyalektiği

Ermeni siyasi doktrini projesinin etkisiz olmasının beşinci sebebi ise, Ermenilerin halk olarak müslümanlarla, Türklerle birlikte yaşama konusunda çağlara yayılan bir geçmişe sahip olmaları ve çoğu Ermeni’nin Ermenice’yi unutmuş olması, Türkçe ve Kürtçe konuşmasıdır.  Bilindiği gibi, birçok Ermeni Türkçe şiirler ve şarkılar yazmıştır. 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Türkçe söyleyen ve şiirler yazan Ermeni aşık ve yazar sayısı 400 üzerindedir. Ermeniler ve Türkler ortak adetleri yaşamaktaydı. Komşuluk ve dostluk ilişkileri, her iki halk arasında sevgiye ve dayanışmaya bağlı olarak yaşanmaktaydı. Aşağıdaki hikaye Türk ve ermeni halkın karşılıklı iyi ilişkilerini çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır:

19 (259).SARGİS YETARYAN’IN HİKÂYESİ

(1907, Afyonkarahisar doğumlu)

“MEZARINA NUR İNSİN”

Eskiden Türkiye’de Ermeniler dürüst ve fedakârca çalışmaları sayesinde itibar görürlerdi. Ermeniler Türklerle barışık olarak ve barış içinde yaşarlardı; ama Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin çok sayıda kayıpları oldu.Türkiye’nin birçok bölgesinde Ermeniler Türkçe konuşurdu. Bizim şehrimiz, Afyonkarahisar’dan başlayarak Uşak, Eskişehir, Akşehir, Bursa, Kesarya[Kayseri], Yozgat, Çar, Gemerek, Konya, Adana, Bilecik, Kütahya, Maraş, Antep, Elmalı ve diğer birçok yerde yaşayan Ermeniler Türkçe konuşurlardı ama kiliseye bağlıydılar. Ben küçük bir çocukken, kiliseye gittiğimi, yetişkin erkek ve kadınları diz çöküp dua ederken gördüğümü hatırlıyorum. Ayinden sonra da Türkçe vaaz verilirdi. Vaazında papaz şöyle derdi: “…Ermeni Hristiyanlar, birbirinizi sevin, başka milletleri de
sevin; Osmanlı Hükümeti’ne tam olarak itaat edin; Hükümet’in devamlılığı için elinizden geleni yapın; vatandaşlık görevlerinizi yerine getirmek için hiçbir gayreti esirgemeyin…”

Türk kadınlarının siyah çarşaf giydiklerini, Ermeni kadınlarının ise onlardan ayırdedilebilmeleri için beyaz mahrama giydiklerini hatırlıyorum. Onlar da birbirlerine karşı sevgi dolu ve birbirleriyle uyumluydular. Afyonkarahisar’da büyük bir yangın olduğu anlatılırdı. O sırada annem beni doğurmuş; ama korkusundan ağır bir şekilde hastalanmış; göğsündeki süt kurumuş ve artık beni emziremez olmuş. O dönemde bana verebilecekleri suni besin de yokmuş. Bizimkiler de annemin hastalığıyla meşgul olduklarından beni unutmuşlar; zira şöyle düşünmüşler: tekrar çocuk yapmak mümkün ama anne sahibi olmak mümkün değil. Amcamın karısı Sandukht Türk askeri hastanesinde hemşire olarak görev yapıyormuş. O etkin ve becerikli bir kadındı. O yüzden kendisine “Osmanlı Sandukht” derlerdi. O da yeni doğmuş bebeği, yani beni düşünen olmadığını görür; beni alıp Türk mahallelerine götürür. Bir eve girer; bakar ki, kadının biri çocuğunu emziriyor. Ona şöyle der: “Kızım, çocuğuna bir kardeş getirdim. Bunun anası doğumdan sonra hastalandı; sütü yok. Allah aşkına bunu da emzir ki, ölmesin. Ben senin bu iyiliğini unutmam.”

“Seve seve emziririm anne” der Türk kadın “ne kadar gerekirse emziririm; sütüm çok.” Ve o iyi kalpli Türk kadın beni kucağına alır; başlar emzirmeye, ta ki ben biraz büyüyünceye kadar.Yeterince büyüyüp olgunlaştığımda bütün bunları bana amcamın karısı Sandukht anlattı. O zaman ben hayatımı, görünüşe göre çoktan rahmetli olmuş o Türk sütanneme borçlu olduğumu hissettim. Allah ona cennette bir yer nasip etsin; zira ben onun sayesindedir ki 90 yıldır yaşıyor ve size hayatımı anlatıyorum. Hayatımın o kadar da mutlu geçmediği doğrudur ama, ben hep onun mezarına nur inmesi için dua ediyorum[18]

Ermeni halkı ile Müslüman Türk halkı arasında gündelik hayat dostluk samimiyet ve iyi komşuluk üstüne kurulu idi.  Bu ilişkiyi, Ermeni şair, Aşık Emir  (Öl. 1882) Türkçe yazdığı şu mısralarda belirtmektedir:
Din ayrı, möhkem gardaşıg/ Senin bahtına
benzerik/ Gol bir, el bir eli yek, birlikte dağık (dağız)/ Ayrılıgda, nazik bir
goluk (kuluz
)[19].

Ermenilerin dil sorunu konusunda Mayevsky  şunları belirtmektedir: Öyle Ermeni köyleri vardır ki, Kürtçe’den başka hiçbir lisanla mütekellim değiller[20]. Başpiskopos Vahabetian 1895’te Anadolu’daki ihtilalci Ermeni gruplarına gönderdiği talimatnamede, Ermeni çocukları ile Türk çocukları arasında bir sevgi ve şefkat ortamının tesisinin engellenmesi için önlem alınmasını ve Ermeni çocukların Türk okullarına gönderilmemsini[21], özellikle tembihlemektedir.

Ayrılıkçı Ermeni örgütlerle Ermeni halkı arasında Türkler konusunda anlaşılan çok önemli ve derin farklılıklar ortaya çıkmıştı. Ayrılıkçı Ermeni hareket, modern değerlerle hareket ederek Ermeni varlığını ideolojik tabanlı siyasi bir varoluşa dönüştürmek için çaba sarf ederken ve propaganda yapa