“Muhammed – i Arabi”

96

 

Batılılar asırlarca İslâm adına hareket eden Türkleri hep karşılarında gördüler. Selçuklular ve sonra Osmanlılar eliyle hep Hakk’ın sillesini yediler.

Osmanlı Devleti, Vahşî Batı’ya hak ve hukuku getirmek için az uğraşmadı. Batı’ya insanlığı tanıtmak için az koşturmadı. Zaman oldu oradaki insanların yardımına koştu. Zaman oldu, oradaki insanları, Türkiye’de en güzel yerlere taşıdı.

Velhasıl asırlarca Osmanlı’nın üzengisini öpmeye hasret kaldı Garb’ın elçileri!

Avrupa’nın bugünlere gelişinin temelini atan bir çok etkenler vardır. Bunlar arasında Endülüs, Sicilya Müslümanları  ve  Haçlı Seferleri başta gelir. Ayrıca Vahşî Batı insanîleşme ve medenîleşmede Osmanlı Devleti’ni de örnek almıştı.

Bu bakımdan Batı’nın gerçek mânada Batı olmasında Osmanlı Devleti’nin de büyük katkısı vardır. Meselâ Martin Luther (1483 – 1546) Almanya’da Hristiyanlık hakkında reformlara girişmişti. Şüphesiz bu şekil harekete geçmesinde bir çok sebepler yanında, etkisinde kaldığı Osmanlı İdaresi’nin de rolü büyüktür.

Çünkü Osmanlı Devleti’nin; idaresi altındaki Avrupalı insanda, derin izler bırakan müspet uygulamaları vardı. Bunların başında da insanlara bahşeylediği gerçek mânada din ve vicdan hürriyeti geliyordu.

Bütün bunlara rağmen Batı’nın Osmanlı Devleti düşmanlığı azalacağı yerde hep çoğala gelmişti. Çünkü sömürgeleştirme yolunun üstünde en büyük engel Büyük Osmanlı Devleti idi.

Ne yapıp yapmalı, bu devleti; lideri olduğu Âlem-i İslâm’da küçük düşürmeliydi. Ayrıca Âlem-i İslâm’ın Türklerden sonra, ikinci büyük milleti olan Araplarla arasını mutlaka açmalıydı. Çünkü Arap ve Türk; İslâm’ın iki büyük milletiydi.

Üstelik birbirine halef – selef olmuşlardı. İslâmı omuzlamada öncelik – sonralık mevkiindeydiler.

Başta İngilizler olmak üzere Batı, ne yapıp yaptı, yazık ki Arab’ı Türk’e, Türk’ü Arab’a düşman etmeyi başardı. -Hemen belirteyim ki top geri tepti. Türkler ve Araplar eskisi gibi bir elmanın iki yarısı olduklarını anlamıya başladılar. Yine eskisi gibi el ele verecekler. İnşallah gittikçe daha da birbirlerine kenetlenecekler.-

Bu soğukluktan beklenen sonuç ise şuydu: Türkleri, Arapların içinden çıkmış bulunan Sevgili Peygamberleri Hz. Muhammed’den uzaklaştırmak. Hesap bu idi. Türklerle Arapların arası açılınca, dolayısiyle bir Arap olan Hz. Peygamber’den de Türk Milleti’ni  -akıllarınca-  soğutmuş olacaklardı.

Elbette evdeki hesap çarşıya uymadı. Türkiye’de estirilmek istenen hava bu idi. Ama beklenen uğursuz netice çıkmadı. Fakat yine de ekilen menfî tohumların orada burada, tek tük de olsa bitmesi kaçınılmazdı.

İşte bundan ötürü Bediüzzaman Said Nursî de bu duruma kayıtsız kalmamış. Risale-i Nur adlı külliyatının çeşitli yerlerinde Peygamberimizi zikrederken dikkati çeken bir ifade kullanmıştır. Hz. Muhammedi zikretmesi gereken bâzı yerlerde  “Muhammed -i Arabî” tâbirini kullanmıştır. Ki böyle bir tâbiri İslâm Âlimleri çok nâdir olarak dile getirmişlerdir.

İşte bu ender kullanışlardan birini de Bediüzzaman Said Nursî yapmıştır. Böylece sinsi bir oyunu esasından bozmuştur. Nitekim  “Muhammed-i Arabî”  tâbirinden, Arabın içinden çıkmış, Arap olan ve bu yüzden  -kendi içlerinden çıkmadığı için-  Yahudilerce reddedilmiş bulunan Hz. Peygamberi anlıyoruz.

BediüzzamanHazretleri’nin  “Muhammed-i Arabî”  diye Hz. Peygamber’in Arap olduğunu belirtmesi şunun içindir: Bizler de kendi aramızdan çıkmadı diye sakın sakın Hz.Muhammed’e

954

karşı bir tavır almamalıyız. Yoksa Yahudilerin durumuna düşer. Her iki dünyada da bedbaht

oluruz.

Allah Peygamberini dilediği milletin içinden çıkarır. Bu, O’nun bileceği bir iş. Bize ancak kabul ve tasdik düşer. Kaldı ki Allah’ın bu tercihi de bizler için bir sınav. Bakalım Allah’ın tercihini seçecek miyiz? Yoksa mes’eleyi sen ben ortamına mı sürükleyeceğiz?

İşte bizler Hz. Peygamber’in aynı zamanda Arapların içinden çıkmasını da, bundan dolayı Arap olduğunu da kabul etmekle mükellef ve yükümlüyüz. Yoksa böyle bir durumda Şeytan’ın durumuna düşeriz.

Çünkü Şeytan bile bile, sırf Allah’ın tercihine karşı çıktığı, “niye ben değil de o” dediği, benlik davası güttüğü için ebedî bir hayattan oldu. İşte Bediüzzaman, bu inceliği nazara vermek için “Muhammed-i Arabî” ifadesini kullanıyor.

Bunda ince bir nokta daha var ki, o da şudur: Madem Hz. Peygamber Arapların içinden çıkmış, Arap sayılmış. Öyle ise bir göz hatırı için çok gözler sevilir. Hz. Peygamber’in hatırı için Hulefa-yı Râşidîne yâni Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye olan sevgi ve saygımız, Sahâbe’nin yâni Peygamberimizi görenlerin, Tabiîn’in yâni Peygamberimizi gören Sahâbeleri görenlerin ve Tebe-i Tabiîn’in yâni Sahâbeleri görenleri görenlerin erişilmez mânevî mevkilerine olan saygımız sonsuzdur.

Çünkü onlar İslâm’a büyük hizmetler etmişler. Bütün dünyaya Üstad-ı Küll, her alanda üstadlık yapmışlar. “Essebebü ke’l-fâil.” / “Sebep olan yapan gibidir.” Hükmünce onları başta Hz. Peygamber olmak üzere sırasıyla sevmek, saymak yollarından gitmek; her birimizin üzerlerine düşen birer görev  ve  vecibedir.

Çünkü onlar maddî-manevî sahalarda aşılamıyacak hizmetlerde bulunmuşlar. İşte bu zatların torunları olan şimdiki Arapları da sevmemiz, onlara kardeşçe yaklaşmamız gerekir. Kaldı ki “İnneme’l-mü’minîneihvetün.” / “Ancak mü’minler, inananlar kardeştir.” diyen bir dîninmensuplarıyız.

Muhakkak ki tarihte, özellikle yakın geçmişte hatalar yapılmıştır. Onları tekrar etmemeye, düşmanların sözlerine artık kanmamaya çalışmalıyız. O Zat-ı Muhterem’in yâni Hz. Muhammed’in hatırı için birbirimizi sevmeli, saymalı, bütün dünyanın karşısına sıkılmış bir yumruk gibi, tek bir kitle hâlinde çıkmanın yollarını aramalıyız.

Yapılanlarla yetinmeyip, münasebetlerimizi daha sıkı ve sağlam bir hâle getirmeliyiz. Geçmişte olduğu gibi yine Türkiye’nin bayraktarlığında, önderliğinde bütün İslâm Âlemi bir ordu gibi hareket etmelidir.

Zaten gözler Türkiye’nin üzerine çevrilmiştir. Ne olacaksa yine Türkiye’nin önderliğinde olabileceğinden kimsenin şüphesi yok. Aramızda sisler var. Sisler dağıldığında bu gerçek güneş gibi ortaya çıkacak inşallah. Ümitliyiz, bekliyoruz. Şafak sökecek. Çünkü gecemiz çok karanlık. Kararan gecenin sabahı ise çok yakındır.

İşte bu gerçeği tam olarak anlıyan ve kavrıyan Osmanlı Devleti kendini övmemiş. Fakat Arab’a, içinden Sevgili Peygamberimiz İki Cihan Güneşi Hz. Muhammed çıktığı için “Kavm-i Necîb” / “Asîl Kavim” demiştir. Nakîbü’l-Eşraflık kurarak O’nun soyundan gelen Seyyid ve Şerifleri el üstünde tutmuş. Onları aziz etmiş, aziz kılmıştır.

Dahası 1918’e kadar Sürre Alayları tertip ederek cömertliğini, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’den eksik etmemiş. Çünkü Osmanlı biliyordu, bizler de bilmeliyiz ki, Camiü’s-Sagir’de şu hadis yer alıyor. Hz. Muhammed buyuruyor ki:

“Üç şey için Arabı seviniz. Bir: Ben Araptanım. İki: Kur’an Arapçadır. Üç: Cennet lisanı Arapçadır.”

Başka söze ne hâcet, aziz okur.

955- 956

 

 

Önceki İçerikEğitimci Gözüyle Dershaneler?
Sonraki İçerikCumhuriyet’i Anlamak
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.