Milliyet Fikri (4)

67

Menfî milliyette ve unsuriyet yani ırkçılık fikrinde ifrat edenlere / aşırı gidenlere deriz ki:

Şu dünya yüzü, özellikle şu memleketimiz, eski zamandan beri çok hicret edip göç edenlere ve değişim ve değişikliklere uğramakla beraber, İslâm Hükümet merkezi, yani Selçuklu ve Osmanlı Türk Devletleri’nin başkentleri olan Konya, Edirne ve İslâmbol / İstanbul; bu vatanda / Türkiye’de kurulduktan sonra; diğer kavim ve öteki milletlerden pervane gibi, çokları içine atılıp; Anadolu, Rumeli ve Trakya’yı vatan edinip yerleşmişler.

İşte bu hâlde, bütün varlıkların ve olayların kayıtlı bulunduğu, Allah’ın koruması altındaki kayıt yeri olan Levh-i Mahfûz açılsa; ancak o zaman, hakikî / asıl unsurlar birbirinden ayırt edilebilir.

Öyle ise, hakikî unsuriyet / ırkçılık fikrine hareket ve hamiyet ve vatanseverliği bina etmek mânâsız ve pek zararlıdır.

Zira millet doğuştan ziyade oluştur. Çünkü dil, din ve vatan bir ise millet birdir. Onun içindir ki, menfî milliyetçilerin -müsbeti de var- ve unsuriyetperverlerin / ırkçıların ileri gelenlerinden ve dine karşı pek lâkayt birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise millet birdir.”

Madem öyledir; hakikî unsuriyet ve ırka değil, belki dil, din, vatan bağlarına bakmak lâzım. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, yine milliyet dairesine dâhildir.

Kaldı ki, İslâmiyet gibi mukaddes bir milliyetin; bu vatan evlâtlarının sosyal hayatlarına kazandırdığı yüzer faydadan iki faydayı misal olarak açıklayalım.

Birincisi: Aslında bir İslâm devleti olan Osmanlı – Türk Devleti’nin yirmi otuz milyon iken, tüm Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki Kur’an nûrundan gelen şu fikirdir:

“Ben ölsem şehidim, öldürsem gâziyim.” Nitekim işte böyle; tam ve mükemmel bir istek, arzu ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek, istikbal edip onu karşılamış. Daima Avrupa’yı titretmiş.

Acaba dünyada basit fikirli, safî kalpli olan nefer ve askerlerin ruhunda, böyle ulvî bir fedakârlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine geçebilir, hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?

İkincisi: Avrupa’nın ejderha hükmünde olan büyük devletleri; her ne vakit, Osmanlı – Türk – İslâm Devleti’ne bir tokat vurmuşlarsa, o zamanki üç yüz elli milyon islâmı ağlatmış ve inletmiş. Ve o birçok sömürge sahipleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş.

İşte bu hiçbir cihetçe küçümsenmeyecek manevî ve daimî bir yardımcı kuvvet yerine, hangi kuvvet konabilir? Gösterilsin! Evet, o azîm / büyük manevî yardımcı kuvveti; menfî milliyet ve aldırış etmezlik ile gücendirmemeli.

Menfî milliyette aşırılık gösterenlere deriz ki: Eğer milleti ciddî seviyor, onlara şefkat göstermek istiyorsanız, öyle bir vatanseverlik sergileyiniz ki, onların çoğuna şefkat sayılsın. Yoksa çoğuna merhametsizcesine bir tarzda ilgisiz kalıp; şefkate muhtaç olmayan az bir kısmın gaflet içinde geçen sosyal hayatlarına hizmet ise hamiyet ve vatanseverlik değildir.

Çünkü, menfî unsuriyet / ırkçılık fikriyle yapılacak vatanseverliğin, milletin sekizden ikisine geçici faydası dokunabilir; lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine mazhar olurlar.

O sekizden altısı ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musibete uğramıştır, ya çocuktur, ya çok zayıftır, ya pek ciddî olarak ahireti düşünür, pek dindar olanlardır ki, bunlar dünya hayatından ziyade, yöneldikleri kabir ve ahiret hayatına karşı bir nur, bir tesellî, bir şefkat isterler ve hamiyetli mübarek ellere muhtaçtırlar.

Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellilerini kırmaya hangi hamiyet izin verir. Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık?

Fakat her şeye rağmen:

Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’an’a hizmet ettirdiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat / geçici arızalarla inşâllah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve görevini devam ettirir.

 

Önceki İçerikGünçiçek (3)
Sonraki İçerikTehlikedeki Türk Dilleri
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.