Asya’da uyanan kavimler, milletler; milliyet fikrine sarılıp aynen Avrupa’yı her cihette taklit ederek, hatta çok mukaddes, kutsal ve yüce şeyleri o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Hâlbuki her milletin kıymet boyu başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir.
Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango, bir kadın libası / elbisesi giydirilmediği gibi. Körü körüne taklit dahi, çok defa maskaralık olur. Çünkü Avrupa bir dükkân, bir kışla ise; Asya bir tarla, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescit durumu bir olmaz.
Hem, enbiyanın / nebilerin çoğunun Asya’da gelmesi, felsefecilerin çoğunun Avrupa’da zuhuru, Ezelî Kader’in yâni Allah’ın her şeyi ezelî / başlangıçsız ilmiyle belirlemesinin gizli bir işaretidir ki, Asya kavim ve milletlerini uyandıracak, ilerletecek, idare ettirecek din ve kalptir. Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.
Kaldı ki, İslâm dinini Hıristiyan dinine kıyas edip, Avrupa gibi dine lâkayt ve ilgisiz kalmak, pek büyük bir hatâdır. Evvelâ, Avrupa dinine sahiptir. Başta Willson, Lloyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, Papazlar gibi dinlerine sıkı bir şekilde bağlıydılar.
Bu durum da gösteriyordu ki, Avrupa dinine sahiptir, hatta bu hususta mutaassıp olup, aşırı derecede dinlerine tutkundular. Hâlen de öyledirler.
Hem İslâmiyeti Hıristiyan dinine kıyas etmek, yanlış bir kıyastır. Çünkü, Avrupa dinine mutaassıp / aşırı tutkun olduğu zaman medenî değildi. Ne zaman ki, taassubu / aşırı bağlılığı terk etti, medenîleşti.
Hem de din onların içinde, üç yüz sene süren iç savaşlara sebebiyet vermiş. Aynı zamanda müstebit / baskıcı, zorba ve despot zalimlerin elinde avamı / halkı, fukarayı ve fikir ehlini ezmeye vasıta ve araç olmuştu. Bu yüzden onların umumu ve genelinde geçici olarak dine karşı bir küsmek hâsıl olmuştu.
İslâmiyette ise, tarihler şahittir ki, bir defadan başka iç savaşa sebebiyet vermemiştir. Üstelik ne vakit Müslümanlar dine ciddî sahip olmuşlarsa, o zamana nisbeten büyük çapta yükselmişler, ileri gitmişlerdir. Buna şahit, Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs İslâm Devleti’dir.
Hem ne vakit Müslüman topluluklar dine karşı lâkayt olup ilgisiz kalmışlar; işte o zaman perişan ve dağınık bir duruma düşerek gerilemişlerdir.
Hem İslâmiyet’in; zekâtı farz kılması, faizi yasaklaması gibi şefkati gösteren binler mes’eleleri ile, İslâmiyet fakirleri ve halkı himaye eder.
İslâmiyet’in bu gerçeği “Akıl etmezler mi?” (Yasin, 68), “Tefekkür etmezler mi?” (En’am, 50) ve “Düşünmezler mi?” (Nisa, 82) gibi ayetleriyle aklı ve ilmi şahit gösterip ikaz ettiği / uyardığı ortadadır. Ayrıca ilim sahiplerini himaye edip koruduğu meydandadır.
İşte sahip olduğu bu hususlarıyla İslâmiyet; fakirlerin ve ilim adamlarının kalesi ve sığınağı olmuştur. Onun için, İslâmiyete karşı küsmeye hiçbir sebep yoktur. Çünkü İslâmiyetin esası; tam anlamıyla Allah’ın birliğini esas tutmak. Vasıta, araç ve sebeplere gerçek tesir ve etkiyi vermemek. Onlara icat ve makam cihetiyle kıymet vermemektir.
Hıristiyanlık ise, “velediyet” yani “Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu kabul eden batıl inanç” fikrini kabul ettiği için; vasıta, araç ve sebeplere bir kıymet / bir değer verir. Benlik, gurur ve kibri kırmaz. Âdeta İlâhî Rububiyet’in yani Allah’ın her şeyin sahibi ve terbiyecisi olmasının bir yansımasını azizlerine yani Hıristiyanlıkta din büyüğü kabul edilen kimselere ve büyüklerine verir. Böylece:
“Onlar Allah’ı bırakıp, hahamlarını ve rahiplerini kendilerine rab edindiler.” (Tevbe, 31) ayetine uygun düşmüşler. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık Amerika Reisi Willson gibi, mutaassıp bir dindar olabilirler.
Sırf tevhid dini, yani tam anlamıyla Allah’ın birliğini gösteren İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar; ya benliği ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için bir kısmı lâkayt kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.