Millet Kavramı

91

 

Kimi aydınlarımız  “millet” kavramını yanlış anlıyor. Yanlış yorumluyor. Yanlış yere oturtuyor.Millet bir ırktan da oluşur, birçok ırkların karışımından da meydana gelir.

Vücut-Göz, Vücut-Kulak, Vücut-Ayak ilişkisini göz önüne getirelim. Göz vücudun parçasıdır. Vücutta yer alır ama durup dururken kendisinden bahsedilmez. Gözden söz açılmaz, sorun olmaz. Ancak çok nadir hallerde göz bahis konusu olur. Söz konusu olunca da zatımıza, benliğimize nispet ederek ondan söz ederiz.

Nitekim göz görüyor demiyoruz. Ben görüyorum diyoruz. Göz, Kulak, Burun vücudu teşkil ederler ama artık göz diye, kulak diye, burun diye çağrılmazlar. Vücut diye tanımlanır maddeten. İnsan diye tanımlanır manen. Özel bir isimle yâd edilir her zaman.

Vücut ise koldan, bacaktan, kafadan, gözden ibarettir. Ama artık hepsi birden bir oluşumdur ve artık vücut yani beden diye anılır. Mânen ise insan diye adlandırılır. Çünkü vücudu meydana getiren her bir organ, tek başına bir şey ifade etmez. Fakat hepsi birden çok şey ifade eder.

O zaman da bunun adı ne gözdür, ne kulak, ne burun, ne de bacak. Ama hepsinin yer aldığı, fakat artık hepsinin benlik duygusunu geride bıraktığı yepyeni bir terkip, yepyeni bir tertip, yepyeni bir sentez, yepyeni bir bileşik ve birleşimdir.

Ama bunun adı artık hiçbirinin kendisini, durup dururken ileri süremiyeceği bedendir. Kavram olarak da insandır. Bu insana ise özel bir isim takılır. Artık hep o isimle anılır durur. İşte “millet” de bir vücut gibidir. Vücut nasıl göz, kulak, kafa, kol, gövde ve bacaktan meydana geliyor. Fakat hepsinin yer aldığı fakat tek tek hiçbirinin adının zikredilmediği bir birlik teşkil ediyorsa.

“Millet” de bir çok kavimden oluşur. Fakat yeni şekliyle ne aynıdır ne de gayrı. Artık o yepyeni bir oluşumdur. Çeşitli kavimlerden meydana gelmiş yepyeni bir millettir. Bu terkipte herkese yer var. Fakat herkesin kendisini tek başına nazara vermesine artık lüzum yok. Çünkü o, artık yeni bir oluşumdur. Çünkü o artık yeni bir millettir. Yoksa bu mânâdan mahrum herkes, millet değil; millete illet olur ancak.

Çünkü büyük düşünür Mevlana’nın dediği gibi: “Kandille fitil, başkadır ama ışığı başka ışık değildir.”

Nitekim Yunanistan’da Türk asıllı bir sporcu başarılı olur; Yunanistan sevinir. Zira başarısı Yunanistan ve giydiği forma hesabınadır. Onun başarısı kendine değil; temsil ettiklerine aittir. Altında durduğu bayrağındır. O bayrağın temsil ettiği milletindir.

Mesela ABD’de başarılı sporcuların çoğu zencidir. Ama başarı ABD hanesine yazılır. Falan zenci kazandı denmez. Falan takım kazandı denir. Keza bir orduda her yöreden asker vardır. Fakat başarı kişiye verilmez; orduya verilir. Milletin ismi neyse, o isim kazandı denir.

Haçlı ve İslâm ordularını hatırlıyalım. Her ikisinde çeşitli kavim ve milletler var. Ama savaş Haç ve Hilâl içindi. Kazanan-kaybeden Hilal veya Haç olurdu.

Bir Türk, ABD’ne gider. Başarılı olur. Ama başarısı o devletin hanesine yazılır. Lâkin ne yazık ki, dış dünya için bu bakışı tabii ve doğal karşılayanlar; Türkiye söz konusu olunca “Türk” kelimesinden nedense rahatsız oluyorlar. Efendim başaranın Türkiye’den olmaktan başka bir bağı yok! Niye  “Bir Türk’ün başarısı” deniyor diyerek; hazımsızlıklarını dile getirmekten  -ne hikmetse- kendilerini alamıyorlar?

1040

Oysa dün; bir Bulgar, bir Rum, bir Yahudi; göğsünü gere gere “Ben Osmanlıyım.” Diyebiliyordu. Nitekim, bugün “Türküm” demek de aynı şeydir. Bazılarının endişeleri, tamamen yersiz. Çünkü kavmî, kabîlevî  mensubiyetlerini, yâni alt kimliklerini inkâr yok bu söyleyişte. Ya ne var bu deyişte? Sadece üst kimliği belirtme var.

Nitekim bundan bir süre önce gazeteler yazdı: Avustralya’da bir kız müslüman olur. Yeni bir kimlik edinir. Şüphesiz bu yeni kimliğini benimserken, asıl kimliğini unutmak ve inkâr etmek diye bir şey söz konusu değildir. Ebeveyni yâni ana-babası hemen: “Niye ‘Türk’ oldun?” diye kızlarına çıkışır.

Çünkü “Türk” kelimesi, onlar için, bir ırk adı değil; bir millet ismidir. Daha doğrusu İslâm oluşunun simgesidir. Nitekim kızları; İslâm dinine girdiği halde “Niye Türk oldun?” diye çıkışmaları, onların “Türk” kelimesini “İslâm” ile eşit ve bir gördükleri içindir.

Ayrıca kızlarına “Niye ‘Türk’ oldun?” diye söylenmeleri; onun yeni bir üst kimlik kazanmasından ötürüdür. Bundan da anlaşılıyor ki  “Türk”  adı, sırf bir ırk adı olmaktan çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni teşkil eden her halkın ortaklaşa kullandıkları bir isim olmuştur. Bundan böyle uluslararası alan ve ilişkilerde, kapıları ancak bu isimle açacak. Hukuku, bu mensubiyete bağlı olarak yerine gelecektir.

Yine Arjantin’de bazılarına “Turco” nâmı  verilmiştir. Oysa bu ismi taşıyanlar aslında Türk değildiler. Ya kim idiler? Derseniz: Onlar, Birinci Dünya Savaşı’nın o dehşetli günlerinde, o günkü Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşıyan ve aslen Türk olmıyan kimi yurttaşlarımızdı.

Savaşın sıkıntılarından kurtulmak amacıyla, yerini yurdunu terkederek ta Arjantine kadar gidip yerleşen Osmanlı Devleti vatandaşıydılar. Bu da gösteriyor ki, “Türk” kelimesi ırk mânâsında kullanılmamış. Kullanılmamaktadır.

Bu somut örnekde bile, “Türk” ismi, bir üst kimlik olarak karşımıza çıkıyor. Demek oluyor ki; “Türk” adı Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşıyan her halkın bağlı olduğu, mensubu bulunduğu müşterek, ortak üst kimliğin göstergesidir.

Nitekim kökeni ne olursa olsun; ister Arap, ister Kürt veya Çerkes velhasıl, hangi halka mensup bulunursa bulunsun; kendilerini inkâr ettirmeyen buna lüzum ve gerek duyurmayan, bununla beraber ortak olarak adlandıkları, hepsine birden şemsiye olan bir kavramdır “Türk” adı.

Hemen belirteyim ki, menşei farklı bu halkların küçük çaplı ayrıntılar dışındaki müşterek vasıfları ve birliktelikleri asıl kaynaşmayı sağlayan unsurlardır. Nedir onlar? Derseniz: Bir, Türkiye’de yaşıyan herkesin Türkçe’yi bilmesi, konuşması ve yazmasıdır. İstisnalar ve kendi aralarında ana dillerini konuşmaları bu gerçeği gölgeliyemez. İki, Türkiye’de bulunan her halkın Türkiye’de bulunuş nedeni Türkiye’ye sığınış, Türkiye’de kalış ve Türkiye’yi vatan seçiş sebebi; onların Türkler gibi müslüman oluşlarından ötürüdür.

Çünkü Türkler özellikle Abbasîlerden sonra bütün müslümanların önderi olmuş, onları savunmuştur. Bundan dolayı bilhassa son asırlarda güç durumda kalan müslümanlar en emin yer olarak gördükleri Anadolu’ya sığınmışlar. Anadolu’da kendilerine yeni bir vatan sayfası açmışlardır.

Hemen belirteyim ki, ortada bir mozaik, bir karışım yok. Bir terkip, bir sentez var. Yepyeni tek bir oluşum var. Ki o da Türk Milleti’nin oluşumudur. Çünkü dil bir ise millet birdir. Din bir ise millet yine birdir. Zira doğuş değil; oluş asıldır. O oluş ise “Türk Milleti” gerçeğidir.

 

1041 – 1042

 

 

Önceki İçerikMilletsiz Ümmet Ütopyadır
Sonraki İçerikCuma ve Cumartesi
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.