Mevlana’yı Anlamak-1

13

“Gel, ne olursan ol, gel! İster putperest, ister ateşe tapar, ister bin kere tövbeni bozmuş ol.

Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değil. Gel, ne olursan ol, gel!” Mevlana

Asıl adı Muhammed Celâleddin olan Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, 30 Eylül 1207 yılında, Afganistan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Babası, Sultânü’l-Ulemâ (Âlimler Sultanı) unvanına sahip olan Muhammed Bahâeddin Veled, annesi Mümine Hatun’dur.

Mevlâna ve ailesi, hac ibadeti için Mekke’ye gider. Hac dönüşü Şam’da Muhyiddin İbn-i Arabî ile görüşürler. İbn-i Arabî, babasının ardından yürüyen Mevlâna’ya bakarak; “Sübhanallah! Bir okyanus bir denizin arkasından gidiyor” der.

Sultânü’l-Ulemâ ve ailesi Şam’dan sonra Halep üzerinden Anadolu topraklarına girip Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde yoluyla 1222 yılında Lârende’ye (Karaman) gelip yerleşirler. Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat’ın ısrarlı daveti ile, Selçuklu Devleti’nin başkenti olan Konya’ya göç ederler (3 Mayıs 1228).

Babasının vefatından sonra, O’nun yerine geçen Mevlâna, uzun yıllar dersler ve vaazlar verir. Bu ders ve sohbetlere zaman zaman farklı din mensupları da iştirak etmişlerdir.

Mevlâna, 15 Kasım 1244 tarihinde, Şems-i Tebriz’i ile karşılaşır. İki engin insan arasındaki bu tanışma ile tesis edilen büyük dostluk ve yakınlık fazla sürmemiştir.

Herkesin birbirini anlamasını ve birbirine hoşgörü ile bakmasını, engin anlayışının temeli sayan ve kendisinin hayat görüşünün de Kur’an-ı Kerîm ile Hazreti Muhammed Aleyhi selamın çizgisi üzere olduğunu sık sık vurgulayan Mevlâna, 17 Aralık 1273 Pazar günü, 66 yaşında Konya’da vefat eder.

Mevlâna, vefat gününü, en büyük sevgili olarak bildiği Allah’a kavuşma anı olarak belirttiği için, o gece “Şeb-i Arûs” yani “Düğün Gecesi” olarak kabul eder.

Mevlâna’nın Mesnevî’sinin dışında Divan-ı Kebir, Mektubât, Fihi Mâ Fih ve Mecâlis-i Seb’a eserleri de dünyanın dört bir yanında ilgi ile takip edilmektedir. Mevlâna, eserlerini zamanın edebiyat dili olan Farsça ile kaleme almasının yanında, Arapça ile birlikte az da olsa Türkçe ve Rumca beyit ve ifadelere de yer vermiştir.

Mevlâna eserlerinde, aynı ana fikir ve bakış açısının “ilâhî aşkın ve vecdin” yer aldığı din, tasavvuf ve sosyal hayat başta olmak üzere, her konuda bilginin ve bilgi sahibi olmanın önemine her vesileyle işaret etmektedir.

Dünyanın dört bir yanında Hazret-i Mevlâna’ya ve eserlerine duyulan ilgi her geçen gün artmaktadır. Eserleri, başta Türkçe olmak üzere yirmiye yakın dile çevrilmiştir.

Mesnevî, klâsik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Sözlük anlamıyla “İkişer, ikişerlik” demektir. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şekillerine Mesnevî adı verilmiştir.

 Mesnevî her ne kadar klâsik doğu edebiyatının bir şiir tarzı ise de, “Mesnevî” denildiği zaman akla Mevlâna’nın Mesnevî’si gelir.

Dinle Neyden” diye başlayan Mesnevî’nin ilk 18 beytini bizzat Mevlâna’nın kendisi kaleme almıştır. Kalan bölümlerini O söylemiş, Hüsameddin Çelebi ve kâtipleri tarafından 10 yıla yaklaşan bir sürede “Fâ ilâ tün Fâ ilâ tün –Fâ i lün’ vezni ile” yazılmıştır.

Bu şekilde VI cilt haline gelen Mesnevî, halen Mevlâna Müzesi’nde teşhir edilmektedir. 1278 tarihli, elde bulunan en eski Mesnevî nüshasına göre, beyit sayısı 25618’dir.

Tasavvuf sahasında en çok okunan ve kendisine en fazla şerh yazılan eserlerin başında gelen Mesnevî hakkında Mevlâna der ki: “Bizim Mesnevîmiz vahdet (birlik) dükkânıdır; (onda) “bir”den başka ne görürsen, bil ki o puttur.”

Sadece Batı ve Rus klasiklerinin yazarları değil, bütün dünya klasiklerinin yazarları, Mevlana’nın seviyesine erişememiştir. Mesnevi’yi baştan sona tarafsız gözle ve dikkatle okuyan kişi, Mevlana’nın büyüklüğünü, takvasını, yüce ahlakını görür, anlar ve ona saygı duyar.

“Mevlana, Mesnevi’nin ikinci kitabının 42. beytinde şöyle der: “Ey güneş, sen dünyanın alt tarafını aydınlatmak için bu gül bahçesini terk edip gidiyorsun.”

 Dünyanın düz değil de yuvarlak olduğunu apaçık gözler önüne seren bu sözler, Kopernik’ ten 300 yıl önce söylenmiştir.

Yine Mesnevi’nin, üçüncü kitabın 26. beytinde de şöyle der: “Hepsinin de ağzı açık olan varlık zerreciklerini seyrediyorum; onların ne yediklerinden bahsedecek olsam, bu söz uzar gider.”

 Hazreti Mevlana’nın burada mikroplardan söz ettiği apaçık ortadadır. Özellikle mikropları, yemek için ağızları açık zerrecikler diye tarif etmesi, tamamıyla mikropların durumuna uygundur.

 Fakat Mevlana o dönemde, yani 13. yüzyılda, ‘Mikroplar var.’ diyemez ve insanlara bunu kabul ettiremezdi. Çünkü Hazreti Mevlana’dan 6 asır sonra gelen Pastör’ün 19. yüzyılda, “Gözle görünmez birtakım yaratıklar var ki, insanı yiyor, hastalıkların ve ölümlerin sebebi oluyorlar.” Demesine, kendi döneminin hekimleri bile inanmamıştı.

Batı’nın büyük filozoflarından Hegel Mesnevi’yi okuyunca; “Mükemmel Celaleddin-i Rumi” diye haykırmıştır.

“Fransa’nın en üst bilim merkezi olan Centre national de la recherche scientifique’te (CNRS) çalışmış olan, ‘İslam’ın Güleryüzü’ kitabının yazarı Prof. Dr. Eva de Vitray-Meyerovitch, Mevlana sayesinde Müslüman olmuş ve Havva adını almıştır.

Pakistan’ın milli şairi ve dünya çapında düşünürü Muhammed İkbal, ilhamını Mevlana’dan aldığını söyler. Ona saygısı öylesine büyüktür ki, ülkesinden Avrupa’ya ve Batı’dan memleketine dönerken, pilota veya yardımcısına önceden sorup, Konya üzerinden geçecekleri sırada, kendisini haberdar etmelerini rica edermiş. Konya’ya yaklaşıldığı haberini alınca da hemen ayağa kalkıp, şehrin üzerinden uzaklaşıncaya kadar saygılı şekilde durarak Mevlana’ya hürmetini gösterirmiş.

Kendisini “Mevlana aşığı” olarak tanıtan İranlı sanatçı ve gezgin Kaveh Afraie, Hazreti Mevlana’nın öğretilerinin tüm zamanların ötesinde, çok derin ve evrensel olduğunu ifade ederek, “Bütün dünyanın Mevlana’yı bilmesini isterdim. Sebebini kelimelerle açıklamak çok zor, kalbimin derinliklerinde böyle hissediyorum.”

“Bundan önce birçok ülke gezdim, Budizm, Hinduizm gibi birbirinden farklı dinleri gördüm, birçok kültür tanıdım. Hepsi birbirine çok benziyordu. Şuna inanıyorum ki bütün insanların kalbindeki tek şey aynı; o da ‘sevmek’ duygusu. Mevlana’nın bütün şiirlerinde bulduğum ortak şey, gerçek sevginin ‘kul ile Allah arasındaki sevgi’ olduğuydu.” Değerlenmesinde bulunmaktadır.

Mevlana’nın sufizmde önemli yere sahip bir önder olduğunu aktaran Hassan, “Sufizm barış ve huzur üzerine kurulmuştur. Pakistan’da birçok sufi yaşamış ve sufi Mevlevihaneleri var. Ancak Mevlana hepsinin başında geliyor.” Demektedir.

Mevlânâ, kâmil manada âlim, sûfî ve derin şair bir şahsiyettir. “Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım …” beytiyle bunu dile getirmiştir.

 “Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum” diyerek, insanlığı kucakladığını belirtmiştir.

Sevgiyle kalın…