“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.”
Bu zamanda Mevlânâ
gibi şeyhler yoktur. Olsa da, onlar gibisini bulmak imkânsızdır. Üstelik zaman
zemin; ne bir şeyh edinmeye, ne de şeyhinin her zaman yanında bulunmaya imkân
veriyor. Ama şeyh olarak benimsenen birinin eseri varsa, eserini her zaman
yanında bulundurabilir, istediği yeri, istediği zaman okuyabilir. Anlamazsa,
tekrar tekrar okuyarak anlamayı gerçekleştirebilir.
Evet, o zatın
eserini elinde ve yanında bulunduranın; şeyhi var demektir. Çünkü, her zaman
onu yanında bulur ve bulundurur durumdadır. Hattâ şeyhini, yani okuduğu eserin
yazarını mânen görüyor; onunla istediği zaman, mânen görüşüyor demektir. Yani
onunla hem-hâl olmak için, fırsat arama ve kollamaya ihtiyacı yoktur.
Şeyh bildiğinin
kitabı yanında oldukça, her zaman şeyhiyledir. Şeyh de her zaman onunladır.
Şüphesiz, lâyıkıyla şeyh olan kimse; hayatta olsun veya olmasın, cismen ona
ister yakın ister uzak olsun, onun her zaman mânen farkında ve mânen
yanındadır.
Kur’an ve
Hadisleri, İmam-ı Rabbanî, Abdulkadir-i Geylani, İmam-ı Gazali gibi âlimlerin
eserlerini okuyanların şeyhleri var demektir. Ancak bunların hiçbirine ihtiyaç
duymayan kişilerin şeyhi şeytandır.
İşte Mevlânâ
Hazretleri; kendine yönelen ve meyledene; Mesnevîsini okumak isteyen ve okuyan
ihlâslı ve samimî herkesin her şeyinin farkında ve mânen onun yanındadır. Tabii
bunun farkında olan kimsenin. Zaten “İnsan farkeden” değil midir?
Şüphesiz, Mevlânâ
gibiler de, aynı manevî potansiyele sahip şahsiyetlerdir. Nitekim Mevlânâ;
hakkında çok güzel, çok değerli ilmî ve bilimsel çalışmaları bulunan Abdülbaki
Gölpınarlı’nın bir gün rüyasına girer ve:
“Niçin benim eserlerim hakkında çalışırken,
ayrıca başkalarının yazdıkları eserlerle de, meşgul oluyorsun? Sadece benim
eserlerimle uğraş. Başkalarının eserleri üzerinde çalışmaktan vazgeç!” Diye
kendisine ihtar, ikaz ve uyarıda bulunur.
Şüphesiz asıl
şeyh, asıl kılavuz, asıl yol göstericilerin başında; Allah’ın kelâmı Kur’an-ı
Kerîm, sonra fiil / iş ve hareketleri, hadis / sözleri ve kimi zaman sükutları
ile Hz. Muhammed, sonra Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tâbiîn denen şahıslar gelir.
Daha sonra evliya / velîler ve asfiya / muhakkik, tahkik edici, araştırıcı
denen büyük ilim ve din adamları onları
takip eder.
İşte bunlar
arasında Mevlânâ’nın seçkin bir makamı ve yeri vardır. Çünkü o Zatı Muhterem:
“Ben yaşadığım
müddetçe, Kur’an’ın bendesi, kulu ve kölesiyim. Ben Hz. Muhammed Mustafa’nın
ayağının tozuyum. Bunun dışında benden kim bir şey naklederse; ben o sözden de
şikayetçiyim, o sözü söyleyenden de.”
Diyerek nasıl bir
yol izlediğinin; dikkate şâyân, muhteşem bir cevabını vermiştir.
Öyleyse,
Mevlânâ’nın Mesnevî’sini okuyanın şeyhi var demektir. Mesnevî’yi yanında
bulunduran ve her fırsatta okuyan biri; her zaman şeyhiyle, yani Mevlânâ ile
beraber sayılır. Bir bakıma onunla sohbet eder, onunla oturur, onunla kalkar,
onunla hem-hâl olur.
Böylece şeytan
aradığı ifsat etme imkânını bulamaz. Daha doğrusu şeytan ona yaklaşamaz, kötü
şeyler telkin etmek için, aradığı fırsatı göremez. Çünkü, ne mutlu o kimseye
ki, Mesnevî’nin şahsında, onun Mevlânâ gibi bir şeyhi vardır.
Çünkü, “Mesnevî-i
Şerîf, Şems-i Kur’an (Kur’ân Güneşi’)nden tezahür (zuhûr) eden yedi hakikattan
bir hakikatin aynası olmuş, kudsî (kutsal) bir şerafet (şeref ve şereflilik)
almış; Mevlevîlerden başka daha çok ehl-i kalbin (kalb ehlinin) lâyemut
(ölümsüz) bir mürşidi (irşad edicisi ve doğru yolun göstericisi)
olmuş(tur).”
Mânâ âlemi
hiç boş değil,
Sakın sanma
kendini yalnız.
Etrafda
mânevîler kol gezerken,
Tıklanmaya
hazır olsun mânâ kapınız.