Başkalarına acımak, şefkat göstermek, esirgemek, çaresizlerin yardımına koşmak, dinimizin başta gelen ahlâk kurallarındandır. Merhamet etmek, temiz ruhlu insanlara yaraşır. Yalnız insanlara değil hayvanlara ve bütün canlılara merhamet edilmelidir.
Yüce Peygamberimiz bir Hadisinde şöyle buyuruyor:
“Yerde olanlara merhamet ediniz ki, size de gökte olanlar merhamet etsinler.”
Merhametli olmanın yanında müslümana yakışan mütevazi olmaktır. Mütevazi olmanın zıddı kibir ve böbürlenmedir. Kişinin kendisini büyük görmesi, kendini olduğu mertebeden daha yukarıda göstermeye gayret etmesidir.
“Allah Teâla iktisatlı olanı zengin eder, israf edeni fakir düşürür. Tevazu göstereni yükseltir. Kibirlenen kimseyi de Alçaltır.” (Camiu’s-Sağir)
Yüce Allah şöyle buyurur:
“Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse Allah mü’minlere karşı alçak gönüllü kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları seveceği onların da kendisini seveceği bir kavim getirir ki onlar Allah yolunda savaşırlar. Ve hiçbir kınayanın kınamasından (dedikodusundan) çekinmezler. Bu Allah’ın lutf-i inayetidir ki onu kime dilerse ona verir. Allah ihsanı bol olan, en çok bilendir.” (Mâide,54)
Başka bir ayetin meali de şu sakildedir:
“And olsun size kendinizden öyle Peygamber gelmiştir ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Bütün mü’minleri cidden esirgeyicidir, onları bağışlayıcıdır O” (Tevbe,128)
Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor;
“Muhammed Allah’ın Rasulüdür. Onun maiyetinde bulunanlar da kafirlere karşı çetin (ve metin), kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükû edici, secde edici olarak görürsün. Onlar Allah’tan (daima) bir fazl (u kerem) ve rıza isterler. Secde izinden (meydana gelen) nişanları yüzlerindedir. İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıflan da (şöyledir: Onlar) filizini yarıp çıkarmış gitgide onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, ayakları üzerine doğrulup kalkmış bir ekine benzerler ki bu kafirleri öfkelendirmek içindir. İçlerinde iman edip de iyi amel (ve hareket) de bulunanlara Allah hem bir mağfiret hem büyük bir mükafat vaad etmiştir.” (Feth, 29)
Bu ayet-i Kerimeden şu sonuçlar çıkarılabilir;
1-Merhamet ve tevazu sahibi olmak,
2-Müslümanlar birbirlerine karşı merhametli, mütevazi ve güler yüzlüdürler, kafirlere karşı ise onurlu, vakarlı ve yerine göre serttirler.
3-İnançlı bir müslüman doğru bildiği konuda hiçbir şeye aldırmaz. Kınayanların dedikodusundan çekinmez.
Tevazu, kusurlarını bilmek, Yüce Allah’ın azameti karşısında nefsini hiç bilmektir. Tevazu, davranışlarımızda ölçülü, yumuşak olmak, günlük hayatımızda karşılaştığımız olaylar karşısında irade, akıl ve mantık çizgisi dışına çıkmamaktır. Yoksa, tevazu; hiç bir şekilde alçalmak, miskince insan haysiyet ve onurunu ayaklar altına almak demek değil, tam aksine haddini bilmek, karşısındakinin de hakkını bilmektir.
Nitekim Yüce Allah; mütevazi kimseler için; “Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler.” (Furkan, 63) buyurmuştur. İşte bu vasfı taşıyan insanlar dünyada, huzur ve mutluluğu yakalama imkânına sahiptirler. Gurur ve kapris peşinde olanlara, huzursuzluk vermek için kendi kaprisleri bile yeterli gelebilir.
Yüce Allah Peygamberimize şöyle buyuruyor:
“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever” (Âli İmran,159)
Gururlu ve katı yürekli ve kaba davranıldığı taktirde tebliğ ve irşad olmaz demektir. Yani zorla hiç kimseye bir şey yaptırılamaz. O halde dini anlatan kişiler, din görevlileri bizler, yumuşak kalpli, mütebessim ve sabırlı olmak zorundayız. Yoksa dine hizmet yerine, belki de insanları dinden uzaklaştırmış olabiliriz.
Çok kişiden duymuşuzdur, ben çocukken camiye Kur’an öğrenmeye gittim, hocanın sopasını yiyince bir daha uğramadım. Belki de sopaya rağmen derse devam eden ve Kur’an öğrenende vardır elbette, ancak bu yol dini sevdirme açısından geçerli bir davranış değildir.
Yüce Allah:”Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara,263) Buyurur.
Atalarımızın “tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” dediği söz, bu ayetin tefsiri gibidir.
“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size, çirkinliği ve hayâsızlığı emreder. Allah ise size kendi katından mağfiret ve bol nimet va’dediyor. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir. Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara,268-269)
Büyüklük kompleksine kapılarak, insanları ezerek ve hatta en yakın arkadaşlarını bile kendinden uzaklaştırmak, ne insana ve ne de bir müslümana yakışan bir şey değildir. Ailede tesis edilecek sevgi, topluma yansıyacak, toplum düzelince seçilenlerde kendileri gibi düzgün insanlar olacağı için devlet de sağlam olacak, böyle istikrarlı devletler sayesinde dünya da düzelecektir. O halde diyebiliriz ki dünyanın kurtuluşu sevgidedir, felaketi ise; kin, nefret ve sevgisizliktedir.
Mala, cana, namusa ve mukaddesata karşı olmayan kötülüğün karşılığını vermek yerine, öfkenin dinmesini beklemek müslümanca bir davranıştır. Bu davranış, ailede, arkadaşlar arasında ve toplumun her kesiminde geçerli bir çözümdür. Şair ne güzel söylemiş:
Arif ol kim, sözü önden söyleme
Sana kimse sormayınca, ken dözünden söyleme
Hakk kulağı iki, bir etmiş dili
İki işit, birden artık söyleme
Cenab-u Hakk şöyle buyuruyor:
“Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler.” (Furkan,63)
Bazı istisnalar olabilir ama genel olarak toplumda barışı ve düzeni sağlamada en geçerli yol budur. Bugün buna; birbirine tahammül deniyor, bir tartışma programında, en affedici ve en anlayışlı ve efendi olan insan hepimiz tarafından taktir edilir. Yüce Yaradanımız bu yolu bize asırlar önce göstermiştir. Peygamberimiz; tartışmada haklı olsa bile, fazla ısrar edilmesini hoş karşılamamıştır.
Her devirde olduğu gibi bilhassa devrimiz, ikna devridir, İslami tebliğde ve eğitimde geçerli olan bu yöntem, bütün dünyanın kabul ettiği bir yöntemdir. İnsanın fıtratı doğuştan İslam’a uygun ki; dünya genel ahlak prensiplerinde benimsenen hususlar, İslam’ın da kabul ettiği ahlak prensiplerine uygunluk arzetmektedir. Hoşgörülü olmak, sevgi, dostluk, yardımlaşma vb. duygular genel olarak insanların kabul ettiği prensiplerdir. Yalan, hırsızlık, dedikodu, iftira, cana kıyma, namusa ve mala tecavüz, kavga vb. hususlar da, yasak ve hoş görülmeyen davranışlardır.
Namık Kemal KARATAY’ın bir şiirinde:
Benim ağzım pek yandı ama siz dikkat edin
Yalnız layık olan adama hürmet edin,
Haddini kim bilmezse ona hakaret edin,
Ele alçak durmayın, onu hakikat sanır,
Eşeğe gem vurmayın kendini at sanır.
Ziya Paşa da:
Her şahsı harim-i hakka mahremmi sanırsın,
Her tac giyen çulsuzu Ethemmi sanırısın
Dehri ararsan binde bir adam bulamazsın
Adem görünen harları adammı sanırsın
En ummadığın keşfeder esrarı derunu
Sen herkesi kör, âlemi sersemmi sanırsın.
Karşılıklı konuşurken veya bir topluma hitab ederken onların içinde belkide bizden daha Allah’a yakın, daha bilgili, bizim bilmediğimiz fakat Allah’ın bildiği iyi meziyetleri olabilir. Ayet-i Kerimede “Her ilim sahibinden üstün bir ilim sahibi bulunur.” (Yusuf,76) buyurulur. Her şeyi bilen ise Yüce Allah’tır. Allah Teâla’nın bilgisi bizatihi bilgi, sınırsız ve mutlak bilgidir. Bizim bilgilerimiz ise sınırlı, izafi ve geçicidir.
İnsanlar hakkında merhametli, insaflı, hoşgörülü ve iyi niyetli olmalıyız. Bu konuda hatırıma gelen bir kıssayı anlatmakta yarar görüyorum.
Bir zamanlar, birbirine bitişik iki çiftlikte yaşayan iki erkek kardeş vardı. Günlerden bir gün bu iki kardeş arasında bir anlaşmazlık baş gösterdi. İki kardeş arasında o zamana değin ilk kez görülen anlaşmazlık, giderek büyüdü ve kardeşler arasında ayrılığa neden oldu. İki kardeş, birbirlerine yalnızca küsmekle kalmadılar, yıllardır ortaklaşa kullandıkları tarım makinelerine değin sahip oldukları tüm araç gereçlerini ve mal varlıklarını da ayırdılar. Küçük bir yanlış anlama sonucu başlayan anlaşmazlığı izleyen ayrılık, giderek büyüyen bir uçuruma dönüştü ve en sonunda yerini, karşılıklı kullanılan hoş olmayan sözlere bıraktı. Bunun arkasından da beklenenler oldu ve kardeşler arasında önce şiddetli bir kavga, sonra da ürkütücü bir sessizlik yaşanmaya başladı.
Bir sabah, bu iki kardeşten büyüğünün kapısına bir usta geldi. Elinde büyük bir marangoz çantası vardı. Ev sahibinden geçici bir iş istedi:
-Yapılacak ufak tefek bir işiniz varsa, size yardımcı olmak isterim, dedi. “Elimden hemen her iş gelir. Birkaç gün çalışırım, işi bitiririm.”
Büyük kardeşin aklına o an bir iş geldi.
-Evet, sana göre bir işim var, dedi ve küçük kardeşinin çiftliğini işaret etti. “Şu derenin karşısındaki çiftlik, komşumundur. Daha doğrusu, benim küçük kardeşime aittir o çiftlik. Geçen haftaya dek benim çiftliğimle onun çiftliği arasında bir otlak vardı. Sonra o, buldozeriyle oraya ırmak bendi yaptı ve şimdi aramızda, otlak yerine, çiftliklerimizi birbirinden ayıran bir dere var.”
İş isteyen adam, büyük kardeşin söylediklerini dikkatle dinledikten sonra sordu :
-Benden ne yapmamı istiyorsunuz? dedi. Büyük kardeş önce kuşkusunu, sonra da kararını açıkladı:
-Kardeşim bunu, bana acı vermek için yapmış olabilir, dedi. “Fakat şimdi ben, onun yaptığından daha büyük bir şey yapacağım.”
Bunları söyledikten sonra adamı aldı, ahırların olduğu yere götürdü ve duvarın dibinde yığılı duran kütükleri gösterdi. “Senden, bu kütükleri kullanarak, iki çiftlik arasında üç metre yükseklikte bir çit yapmanı istiyorum” , dedi. “Kaç gün çalışırsan çalış, nasıl yaparsan yap ama bana öyle bir çit yap ki, gözlerim kardeşimin çiftliğini artık görmek zorunda kalmasın”.
İş arayan usta, başını salladı:
-Sanırım durumu anladım, efendim, dedi. “Şimdi bana çivilerin, kazma ve küreğin yerini gösterin ki hemen işime başlayayım.”
Büyük kardeş ustaya kazma, küreğin ve çivilerin olduğu yeri gösterdikten sonra, alışveriş yapmak için kasabaya gitti. Usta ise, tüm gün boyunca ölçerek, keserek, çivileyerek sıkı bir biçimde çalışmaya koyuldu.
Akşam güneş batarken o işini bitirmiş, çiftlik sahibi büyük kardeş ise alışverişini tamamlamış, kasabadan dönüyordu. Çiftliğe gelir gelmez ustanın yaptıklarına baktı ve şaşkınlıktan gözleri, yuvalarından fırlayacakmış gibi açıldı. Karşısında, yapılmasını istediği çit yoktu ama derenin bir yakasından öteki yakasına uzanan görkemli bir köprü vardı. Biri kendi çiftliğinin toprağına, öteki küçük kardeşinin çiftliğinin toprağına oturtulmuş sağlam iki ayak üzerinde, yanlarındaki korkuluklarına varıncaya dek tüm ayrıntılarıyla yapılmış ve tam anlamıyla “usta işi” denilecek kusursuzlukta bir köprü uzanıyordu.
Seyrederken, karşıdan birinin geldiğini gördü. Dikkatle baktığında gelen kişinin, komşusu, yani küçük kardeşi olduğunu anladı. Kardeşi, kollarını iki yana açmış olarak köprünün karşı ucundan kendisine doğru koşar adımlarla yürüyordu:
-Benim sana karşı yaptığım bunca haksızlığa ve söylediğim bunca kötü sözlere karşın sen, bu köprüyü yaptırarak nedenli iyi ve ne denli büyük bir insan olduğunu gösterdin, dedi ağabeyine. “Şimdi bir büyüklük daha yap ve sen de kollarını açarak bana gel…”
Köprünün iki ucundan ortaya doğru yürüyen kardeşler, köprünün ortasında bir araya geldiler ve özlemle kucaklaştılar. Büyük kardeş bir ara arkasına baktığında, çantasını toplayıp, oradan ayrılmakta olan ustayı gördü
-Gitme, dur, bekle? diye seslendi ona. “Sana yaptıracağım birkaç iş daha var, çiftliğimde…” Usta gülümsedi:
-Ben buradaki işimi tamamladım, gitmem gerek, dedi ve ekledi: “Yapmam gereken daha çok köprüler var…”
Köprüleri kurabilecek gücümüz hiç eksik olmasın. Köprüleri kurduktan sonra da, yıkılmaması için sık sık bakımını yapmalı, yani sevdiklerimize zaman ayırmalı, onları ziyaret etmeli gönüllerini almalıyız. Dargınları barıştırmalıyız, köprüleri yıkmak değil gönüller arasında köprüler kurmalıyız.
Peygamberimiz (a.s.) gönüllere köprü kurmuş, insanları engin merhametin temsilcisi olarak birbirine bağlamış, barıştırmış ve kardeş bir toplum oluşturmuştu. Şairin, “Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi” dediği devirde bunu yapmıştı. Şimdi ne oldu insanoğluna, İslamiyet yetmemiş gibi, haşa İslamiyet böyle bir iddiadan uzaktır, ancak insanlık ondan uzaklaştı. Çarenin kaynağından uzaklaştıkça çareyi başka yerlerde aramaya başladı. İslam dini gibi büyük bir nimete sahibiz, gayesi merhamet, tevazu, dostluk ve kardeşlik olan dinin mensuplarıyız.
Aslında merhamet ve tevazu sahibi kişi, kendisini diğer insanlardan aşağıda hissetmez, hiçbir şekilde miskin de olmaz. Mütevazi olan, malını helal yollardan kazanan, yumuşak ve güzel huylu olan, kimseye kötülük etmeyen, herkesle iyi geçinen, iyi bir kişidir.
“Allah için mütevazi olanı, yüce Allah yükseltir.”
Hadis ve ayetlerde zikredilen bu hususlar Allah ve Resûlü tarafından övüldüğü gibi, insanlar nezdinde de hem sevilir ve hem de bu vasıflara sahip kişiler saygın ve sevilen insanlardır.
Kibirlenen kimseye kibirli davranmak; sadaka gibi sevaptır, sözü, kibirli kimseye karşı kibirli davranılabileceğini ifade etmektedir. Kibirli kimseye karşı mütevazi davranmak kişinin kendine zulüm etmesi demektir. Savaşta düşmana tevazu gösterilirse düşman cesaret kazanır, bize silah olarak döner. Dolayısıyla kendimize zulmetmiş oluruz. Kötü fikirli insanlara, günahı yaymak isteyenlere, malı, makamı ve soyuyla övünenlere tevazu hoş karşılanmamıştır.
Ne mutlu Allah için tevazu gösteren ve Allah için birbirini sevenlere…