Mazide Kalan Türkiye-6-

114

Eski Plakalar:

1963 yılına kadar İstanbul’daki araçların plakaları, şimdiki­lerden
çok farklıydı. Plakanın üzerinde şehir kodu olmaz, bunun yerine aracın ne tür
olduğunu belli eden bir harf ile yanında 5 haneli sayı grubu bulunurdu. Bunun
üzerinde de büyük harflerle ‘İSTAN­BUL’ yazılıydı. Araç özel ise; ‘H’ (Hususi)
harfi, kamyon/kamyo­net ise; ‘K’ (Kamyon), otobüs ise; ‘O’ 8 Otobüs),
taksi/dolmuş ise ‘T’ (Taksi), polis ise; ‘A’ (Asayiş) ibaresi eklenirdi. Bu
sistem her şehirde aynı olup, sadece en üstündeki bağlı olduğu ilin ismi
değişirdi. 1963’den sonra ise her ile bir plaka numarası verilerek, günümüzdeki
plaka sistemine geçildi…

Ama 60’lı yılların bana göre unutulmaz o güzelliklerine,
insanlarımızın yaşam biçimine anlam katan en önemli gerçeği; toplumu­muzda her
dönem var olan insan ilişkilerindeki o doyumsuz sıcaklık, yardımlaşma,
komşuluk, kardeşlik duygularının öne çıkışıydı…
(Günümüzün
Türkiye’sinde neredeyse yok olup gitmiş olan böylesi insan ilişkilerini
hatırladığımda; içim ezilir, büyük bir üzün­tü duyarım. Değil aynı mahallede
oturup da, aynı apartmanda otur­duğu halde birbirini tanımayan, selam dahi
vermeyen günümüzün insanları, 50 yıl öncesinde böylesine mükemmel ilişkileri,
duygu be­raberliklerini yaşamış olsalardı; eminim ki, o güzel günlerin tadını
asla unutamazlardı…)

Tabiidir ki, 60-70 yıl öncesinin gençliği sadece ülkenin siyasal
çal­kantıları içerisinde kalmadı, yaşamadı! O dönemin gençliği gibi benim de
hissettiğim, yaşadığım, paylaştığım ama bir daha asla geri dönmeyecek
‘duygusallığa ve
romantizme odaklı’ bir yaşam biçimimiz de vardı…

Özellikle buluğ dönemini İstanbul, Ankara ve İzmir gibi bü­yük
şehirlerimizde yaşayan gençlerimiz bu noktada biraz daha şanslı gibi görünse
de; aslında Anadolu’nun diğer şehirlerinde, kırsalında yaşayan gençlerimiz, şehirlerde
yaşayanlardan daha şanslıydılar. Çünkü onlar her şeyin doğallığını, insan
ilişkilerinin mükemmelliğini, doğal güzellikleri gerçek tadında yaşarken, şehir
hayatını paylaşanlar, aynı şeyleri büyük şehirlerin büyüyen sorunları arasında
yaşıyorlardı…

İşte o duygu yoğunlukları, insan ilişkilerimizin mükem­melliği ve
romantizmin ön plana çıktığı yaşam biçimimizden bazı örnekler:

Örneğin o yıllarda kız, erkek ilişkileri günümüzde ki gibi
değildi! Olması da düşünülemezdi zaten. Zira dönemin toplumsal adabımuaşeret
kuralları, günümüzdeki gibi değildi! Genç bir erkek ile genç bir kızı değil
sarmaş dolaş; el, ele bile göremezdiniz.

Her şey öyle ulu orta yapılmazdı. Her şeyin bir adabı, her güzel
duygunun, o duygudan taşan hareketlerin estetiği, yeri ve yordamı vardı…

 Öyle yolun orta yerinde
genç bir kızı, bir hanıme­fendiyi öpmek; ulu orta ondan hoşlandığını belirtmek,
toplumun ayıp olarak vasıflandırdığı, hiç de hoşlanmadığı hareketlerin başında
gelirdi. Zaten böylesi davranışları ulu orta sergilemek, dönemin romantizmine
de uymazdı…

Bir de bu ilişkilerin mahalle ve aile tarafı vardı ki, hiç unuta­mam!
Bir mahallenin genç kızına yan gözle bakmak, laf atmak; o mahallenin namus
bekçiliğini yapan mahalle ağabeyleri tarafından asla affedilecek bir hareket
değildi! Bu yüzden büyük şehirlerin pek çok mahallesinde kavgalar çıkardı…

Ayrıca bu mahalle ağabeylerinin; düşkünün, yardıma ihtiyacı
olanların yanında olması, mahalleliden bu amaçla yardımlar topla­ması da o
dönemin unutulmaz insan manzaraları arasındaydı…

Pekiyi 60’li yılların gençleri nasıl eğlenir? İçlerindeki gençlik
ateşini nasıl söndürürlerdi?

O yıllarda; lise ve üniversite gençliğinin etkilendiği ve iliş­kilerini
odakladığı daha ziyade müzik, dans, folklor ve futbol gibi etkinlikler öne
çıkardı.

Tabii ki, çocukluğun ilk aşkları, gerçek anlamda yaşanan ve
dillere destan olan nice aşklar da duyulur, kulaktan kulağa yayı­lırdı… Ama her
şey dozunda ve toplumsal kurallara göreydi. Asla ve asla ne müptezel bir
görüntü, ne de yadırganacak bir davranış biçimi güncel yaşamın içine
yansımazdı. Çünkü böylesi duygular, gözlerden uzakta; öyle ulu orta kimseyi
rahatsız etmeyecek şekilde yaşanırdı…

İstanbul’da âşıkların en çok tercih ettikleri yerlerin başında;
Kalamış, Çamlıca tepesi, Boğaz’da Aşiyan sırtları, Kanlıca, Rumeli Hisarı,
Küçüksu’ya yakın Sevda Tepesi ve tabii ki, adalar öne çıkar­dı…

Kalamış’ta yaşanan gün batımının, şarkılara söz olan o eşsiz
görüntüsü, gerçekten de seyrine doyum olmaz bu manzara, sevgili­leri romantik
duygulara sürüklerdi…

( Günümüzün Kalamış’ında ise o muhteşem koy görün­tüsünün yerini, taş
yığınlarının oluşturduğu bir marina; yüz­lerce tekne ve atık sularıyla
kirlenmiş bir deniz, sahilin hemen dibinden geçen iki şeritli asfalt yol
almıştır. Hoyratça yok edi­len doğanın tüm güzelliklerinin üzerinden adeta bir
buldozer geçmiş; 60’lı yıllarda ve öncesinde burada yaşanan tüm aşkla­
­rın, sevgilerin izleri yok edilmiştir! O güzel koydan, o muhte­şem doğa
görüntüsünden geriye; insanoğlunun erişemeyeceği, yok edemeyeceği, sadece
güneşin batışında oluşan o harika gö­rüntü kaldı. Umarım bir gün, güneşin
batışıyla oluşan o muhteşem görüntüyü de yok edip, tarihin derinliklerine
gömmeyiz..! )

O yıllarda İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerimizin
akşam saatlerinde, bazı semtlerin dü­ğün salonlarında, kardeş okulların
düzenlediği ‘çay toplantıları da’ çok popülerdi. Bu toplantılara, katılan genç
erkekler; kız arkadaşla­rıyla birlikte katılırlar bol, bol dönemin moda
danslarını yaparlardı.

Buralarda genelde içki olarak ‘Bol’ adı verilen geniş kâse, ya da
kadehlerle, çok hafif bir içki servisi yapılırdı. Bu içkiyi hazırlar­ken, genel
olarak bir tek ana içki tercihen beyaz şarap, ilave olarak da limon, portakal,
vişne veya ananas suyu konur; bazen de mevsim­sel meyve parçalarıyla lezzeti arttırılırdı.

60’lı yılların gençliği genelde rock and roll – twist – vals-tango
– cha, cha ve samba gibi dansları yapmayı tercih ederlerdi.

(O yıllarda yaz tatillerimin
geçtiği Heybeliada’da ünlü yorumcu rahmetli Erol Büyükburç’un verdiği
konserlerde: Elvis vari söylediği rock’n roll parçalarını yorumlarken, or­taya
çıkan müzik ziyafetini dinleyen genç kızların, neredeyse Erol Büyükbuç’un
üstünü başını paralamak istediklerini daha dün gibi hatırlıyorum.  
Heybeli’de Ayyıldız sinemasında verdiği konserlerde, Erol Büyükburç’un
yorumladığı,’Little Lucy’ isimli o ünlü par­çasını her gece defalarca
söylediğinin en yakın tanığı olduğumu söylemeliyim…)

Tüm bu dansların yanı sıra okullarımızın pek çoğunda, Ana­dolu’muzun
tüm ezgilerini içeren yöresel folklor grupları da çok revaçtaydı. Bu folklor
grupları, gerek yurt içinde, gerekse yurt dı­şında katıldıkları yarışmalarda,
dünya çapında mükemmel başarılara imza atmışlardır. Yine o dönemin sonunda
68-69 yıllarında Kumkapı – Yeni­kapı sahilleri boyunca uzanan salaş balıkçı
meyhanelerinde kömür ateşinde ızgara yapılan o taptaze uskumruların,
palamutların, lüfer­lerin mis kokularını, doyumsuz lezzetini unutmak mümkün
müdür?

Genellikle üniversite gençliğinin bu sahil şeridinde akşam sa­atlerinden
itibaren kızlı, erkekli arkadaş grupları ile dolan bu salaş balıkçı
meyhanelerinde; gecenin ilerleyen saatlerine, kimi gruplarda gitar sesleri,
kimilerinde yabancı şarkı güfteleri, kimilerinde ise Türk sanat musikisinin
eşsiz besteleri eşlik ederdi…

(50’li yıllarda
bu sahil şeridinin doldurulmasıyla oluşan sahil yolu; günümüzde balık hali ve
Deniz Otobüsleri iskelesi v.d uygulamalı sahil işgalleri; o güzelim sahil
sohbetlerini, dönemin unutulmaz lezzetlerini de beraberinde bitirmiştir.)

Yukarıda anlatmaya çalıştıklarım, ‘’Mazide Kalan Türkiye’’
manzarasında kalan gerçeklerin öne çıkanlarıdır. Günümüz Türkiye’sinde
yaşadığımız sosyal hayatımızla, bu hayata anlam veren, renk katan bugünün
gerçekleriyle hiçbir şekilde örtüşmemektedir.

Bugüne baktığımızda; giderek büyüyen, gelişen ülke görüntüsüyle günümüz
dünyasında hak ettiği yeri alan, genç aktif nüfusu ile geleceğe damgasını
vurmaya hazırlanan devletimiz; bir yarım asır sonra bugünleri de geride
bırakmış, çok daha modern, çok daha aydınlık, refah seviyesi yüksek bir döneme
adım atmış olacaktır.

Tabii ki geçmişe damgasını vuran ekonomik gelişmeleri, siyasi
yaşanmışlıkları da unutmamak; günümüz Türkiye’sinde geldiğimiz ekonomik seviyeyi,
yaşadığımız siyasi olayları da o dönemin gerçekleriyle mukayese etmek gerekir.
Bu hususu bir başka yazı konusu yaparak, bu uzun anlatımı şu cümleyle
noktalayalım.

“Ömrümüzün suretidir hatıralar! Onlar zamanı taşırlar. Ama ne
hatıralar döner geri, ne de giden gemiler bir daha…”

Son 

Önceki İçerikKörfez’den Taşınacağız!
Sonraki İçerikBir Nebze İnsan (7)
Avatar photo
1967 yılında Teğmen rütbesiyle T.S.K da göreve başladığı zaman, Kıbrıs olayları adada tüm hızıyla devam ediyor, Yunanistan’ın da desteğini alan Rum’lar; adada yaşayan Kıbrıs Türk’üne her türlü mezalimi yapıyor, gerçekleştirdikleri toplu katliamlar, uyguladıkları ekonomik ambargolarla Kıbrıs Türk Halkını adadan göçe zorluyorlardı… O dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin 1960 yılında imzalamış olduğu, BM’ler tarafından da onaylanmış garantörlük anlaşması gereğince, ada da bulunan ‘Şanlı Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayında’ görev almak için defalarca dilekçe veren Teğmen Çilingir; 1974 yılının 20 Temmuz Cumartesi sabahı kendisini Kıbrıs’ta savaşın içinde buldu. Bölük komutanı olarak Kıbrıs Savaşlarının her iki safhasında da bu görevini başarıyla sürdürdü, ‘Gazi‘ unvanı ile onurlandırılarak Türkiye’ye döndü. 1974–1975, 1985–1987 yıllarında Kıbrıs’ta görevli olduğu yıllardan sonra da, adada yaşanan olayları yakinen takip eden Çilingir; 2004-2011 yılları arasında Kıbrıs Türk Kültür Derneğinin İstanbul Şubesi yönetim kurulunda da görev yaptı. Bu uzun süreçte ’mili davamız’ olarak bilinen Kıbrıs konusuna sahip çıkarak, Kıbrıs Türk Halkının kazanılmış tarihsel ve hukuksal haklarını savunmak adına değişik platformlarda görev aldı. Sempozyumlara, panellere, televizyon programlarına konuşmacı olarak katıldı, makaleler yayınladı. Yakinen takip ettiği Kıbrıs konusu başta olmak üzere, ülke meseleleriyle ilgili güncel yazılarına, konferanslarına devam etmektedir. T.S.K.’dan 1990 yılında, kendi isteği ile emekli olduktan sonra; Kıbrıs konusuyla ilgili kaleme almış olduğu; ’’Özgürlük Nefesi (K.K.T.C Cumhurbaşkanlığı yayını 1995)’’, ‘’Girne’den Doğan Güneş (1997)‘’, ‘’Unutanlar Unutturulanlar ya da Hatırlayamadıklarımız (2004)’’, ‘’Elveda Kıbrıs Ama Bir Gün Mutlaka (2006)’’, ‘’Andımız Olsun ki Bu Topraklar Bizim (2007)‘’,’’Tarihten Gelen Çığlık (2010)’’, Kıbrıs ‘’Yes Be Annem’’ 2002-2016 (Eylül-2016) isimli kitaplarıyla; Ülkemizin son 65 yılında öne çıkan, yaşanmış önemli olayları anlatan: ‘’10’ların İzleriyle Türkiye (2014)’’,’’Kırılmadık Ne Kaldı?-Zaman Asla Kaybolmaz (2015)’’, ‘’Önce Vatan (Eylül 2017) isimli kitapları da bulunmaktadır… Sivil iş hayatına ‘Türkiye Sigorta Sektöründe’’başlayan Atilla Çilingir Koç YKS bünyesinde uzun yıllar görev yaptıktan sonra, halen dünyanın 18 ülkesinde hizmet veren, sağlık bilişim şirketlerinden birisi olarak ülkemizde de faaliyet gösteren; ‘’CompuGroup Medical Bilgi Sistemleri A.Ş’’ bünyesinde, görevine devam etmektedir. Pek çok üniversitenin ‘Bankacılık-Sigortacılık Fakültelerinde, Yüksek Okullarında, vermiş olduğu seminerler, konferanslar ile sektöre bu yönde de hizmet vermeye devam eden Çilingir’in: Sigorta sektöründe 27 yıldan beri vermiş olduğu hizmetlerini anlatan; ‘’Sigortalı Hayatın Gerçekleri’’ (2012) isimli bir kitabı daha bulunmaktadır. Atilla Çilingir; bugüne değin kitaplarından elde etmiş olduğu telif gelirleriyle; Sosyal sorumluluk projeleri kapsamında: 2010 yılında ‘K.K.T.C Lefkoşa Şehit Aileleri ve Malul Gazileri Derneğine’ ‘Tarihten Gelen Çığlık’ isimli kitabının telif gelirini bağışlamış, 19 Şubat 2012’de Van’da yaşanan büyük depremden sonra Van’ın Muradiye İlçesi Akbulak Köyü İ.M.K.B. (İstanbul Menkul Kıymetler Borsası) Yatılı Bölge İlk Öğretim Okulunda içinde 20 adet bilgisayarı bulunan ve kendi adını taşıyan bir BT (bilgi teknolojisi) sınıfı açmış. 02 Haziran 2017 tarihinde de Samsun’un Tekkeköy ilçesi Büyüklü İlköğretim okulunda da adını taşıyan, içinde 2500 kitabı, 2 adet bilgisayarı bulunan bir kütüphanenin açılışını sağlamıştır.