Geçen hafta yazımızı hatırlarsanız “IŞİD madem Sünni İslâm anlayışıyla hareket ediyorsa dini terminolojide “kâfir” olarak tanımlanan ‘Levanten’i niye işin içine katıyor? Alın size çok bilinmeyenli bir denklem ve büyük oyun…
Çözümü; haftaya!” Diyerek yazımızı bitirmiştik.
Çok geçmeden, bir hafta sonra IŞİD cevabı verdi ve adından ‘Levanten’i atarak ‘İslam Devleti’ olarak değiştirdi. Bu arada ‘kâfir’leri “İşin içine niye katıyor” sorumuza da güya ‘halifelik’ ilan ederek cevap vermiş oldular.
Denklemin bir kısmı bu şekilde gizlenmeye ve bilinmeyen sayısına yenilerini eklemeye devam edildi.
Peki, şimdi düşünün ki, arkanızda hiçbir güç yok. Hiçbir devlet sizi tanımıyor ve desteklemiyor. Ve Suriye ordusu gibi bölge için kara kuvvetleri hatırı sayılır derecede güçlü bir orduyla toplam 3000 bin kişi ile mücadele ederken bunların içinden 900 kadar militanınıyla bir de Irak’ı da işgal edelim deyiveriyor ve Musul’a ve Felluce’ye ve ardından Tıkrit’e giriveriyor…
Musul’u korumakla görevli Şii general, ki muhtemel bir peşmerge saldırısına karşı her an tetikte bekleyen çok güçlü bir ordunun başında; bir tam gün bile savaşmadan 250 bin askeri ile birlikte üniformalarını ve silahlarını dahi bırakarak ülkenin en büyük ikinci kentini kaleşnikoftan başka ciddi hiç bir silahı olmayan 900 kişinin önüne bırakıp kaçıyor.
Bu mümkün mü?
Evet, mümkün. Birkaç hafta önce bunu hep beraber yaşadık.
Peki, mantıklı mı?
El cevap, Hayır!
Bu durumda insanın aklına bu 900 kişilik kuvvetin ya çok özel eğitim almış müthiş bir kadro olduğu, ya da Irak ordusunun (en azından bazı kumandanlarının) bölgeyi sattığı anlamı çıkıyor. Ki bizce, birinci ihtimal ne yazık ki daha ağır basıyor.
Şimdi biraz hafızalarımızı yoklayıp, eskilere gidelim.
Yıl 2006 tarih 24 Aralık, bir NATO toplantısında geleceğin Ortadoğu’su tartışılıyor. Ortadoğu’nun şimdiki hali ve gelecekteki hali diye 2 ayrı harita masaya yatırılıyor. Toplantıdaki Türk subayları haritayı görünce ortalık karışıyor ve salonu terk ediyorlar. Durumu Ankara’ya rapor ediyorlar. (Ki bu haritaları şu anda ekte görüyorsunuz…)
Gel zaman git zaman yıl 2014, bir bakıyorsunuz o haritanın bir kısmı gerçekleşmiş. Irak’ın güneyi neredeyse tam bağımsız bir şii devleti haline dönüşmüş. Kuzeyi bağımsızlık için referandum kararı almış ve; ve ve ve Irak’ın ortasında IŞİD tarafından 2 ayda Sünni bir İslâm devleti kurulmuş.
Haydi, buradan yakın şimdi…
Hani biz NATO üyesiydik?
Bu ne menem bir savunma işbirliği örgütüdür ki, öncelikle kendi üyesini parçalamak üzere plân ve projeler üretir?
Ve ne menem bir örgüttür ki, kendisini oluşturan ABD’den sonraki en güçlü 2’nci devleti bölmek üzere çalışır?
Biz soğuk savaş yıllarında Doğu ve Güney Avrupa’yı Rus tehdidine karşı korumadık mı?
Karşılığı veya mükâfatı bu mudur?
Kendi ortağını 2’ye bölen NATO, doğu kanadını da aynı zamanda çökertmiş olmamakta mıdır?
Yoksa doğu kanadının korunmasının ihalesi başkasına mı kalmıştır?
Ya da doğu kanadını korumaya gerek mi kalmadı? Yani yeni ortak Rusya mı?
Tabii bu da bir olasılık ama Kırım’daki son gelişmeler ve Ukrayna ordusunun ABD destekli karşı taarruzu gösteriyor ki, Rusya hâlâ düşman ama öyle çok da tehlikeli olabilecek bir güçte değil.
Peki bu, Türkiye’nin tamamen işinin bittiği veya ordusuna ihtiyaç duyulmadığı anlamına mı gelir?
Elbette hayır.
Çünkü Rusya, Kırım’da yaptığı gibi her an çılgınlık yapmaya müsait bir devlet.
Ama Rusya’ya karşı bölgede millî bütünlüğünü koruyarak duran güçlü bir Türkiye de orta ve uzun vadede yeni bir Rusya sendromu ortaya çıkarabilir. Yani Batı için tehdit olabilir…
Öyleyse Türkiye’nin kontrol edilebilir boyutta tutulmasında fayda vardır… Bu aynı zamanda içinden çıkarılacak matruşka içinde geçerlidir. O da ‘yaratıcılarına’ hiçbir zaman ‘hayır’ diyemeyecek boyutta kalmaya mahkûm olacaktır. (Bu da Kürt kardeşlerimizim kulağına küpe olsun.)
Bu nedenle çok güçlü bir Türkiye de Batılı müttefiklerimizin işine gelmez, gelemez.
Peki, bu oyunu görmüş olan Türkiye ne yapabilir?
Birincisi ve en önemlisi, millî birlik ve beraberliğini en sıkı şekilde korumak zorundadır.
İkincisi kendi öz gücü dışında hiçbir gücün gerçek anlamda dost olmadığını ve olamayacağını artık idrak etmek zorundadır.
Üçüncü şart ise Ahmed-i Nejat sonrası İran’la soğuyan ilişkileri yeniden dostane bir atmosfere sokmak zorundadır. Arkadan hançerlenmek iki ülkenin de işine gelmez.
Çünkü yukarıda dediğimizi gibi, NATO’nun ‘gayri resmi’ yeni müttefiki İran’ın olma olasılığı da asla göz ardı edilemeyecek bir ihtimaldir.
Bu durumda petrol ve doğalgaza yani ABD ve Rusya’ya ve dahi İran’a olan enerji bağımlılığımızı azaltmak için kesinlikle ve ivedi olarak nükleer santrallerimizi hayata geçirmek zorundayız.
Enerjisi dışa bağımlı olan bir ülkenin bağımsız bir politika yürütebilmesi mümkün değildir. Dünya petrol rezervlerinin % 5’ine sahip olan Kerkük kenti üzerinde dönen bunca oyunun da en temel nedeni bu değil midir zaten?
Diğer yandan; bölgedeki psikolojik üstünlüğümüzü kırmaya yönelik yapılan çuval geçirme, Özel harekâtçı 7 polisin şehit edilmesi, Konsolosluk personelimizin kaçırılması vs. çalışmalarla ve en son da TBMM bünyesinde mündemiç bulunan ‘halifeliğin’ sözüm ona IŞİD adlı terör örgütü tarafından güya ilan edilmesi asla küçümsenecek olaylar değildir.
Bu nedenle ‘Bir olmak, iri olmak ve diri olmaktan’ başka kaderimiz yoktur…