“Kur’an’ın kâinattan yaptığı bahis, Hâlikın sıfatlarını ispat ve izah içindir.” Yâni mana içindir. İlahî manaya ermek için, ilâhî anlamı yakalamak için. Ruh hükmünde olan mananın kılıfıdır maddî olan, görülen dokunulan her şey…
Hz. Âdem’in gördükleri, dokundukları, içinde hem-hâl ve haşir-neşir oldukları her şey; bir manayı gösteriyor. Ona delâlet ediyor, ona götürüyor. Yâni manaya eriştiriyordu.
Aynen onun gibi bugünün insanlarının gördükleri, dokundukları, içinde hem-hâl ve haşir-neşir oldukları her şey de aynı manayı gösteriyor. Ona delâlet ediyor. Ona götürüyor. Yâni aynı manaya işaret ediyor.
Çünkü madde beden, mana ruhtur. Ruhsuz beden olmadığı gibi, madde de manasız olmaz.
Madde değişir, başkalaşır, erir, biter tükenir. Fakat onun ruhu olan mana değişmez, başkalaşmaz, erimez, bitmez tükenmez, madde dışı bir şey olan ruh; birdir. Suyun bir olduğu gibi.
Nasıl ki su; girdiği kabın şeklini alır. Rengini alır. Biçimine bürünür. Ruh da onun gibidir. Yâni ruhun şekli şemaili yoktur. Rengi mengi yoktur. Parçalanmaz, ayrılmaz, eskimez. Kısaca kelimeyle ifade edilmez bir şeydir.
İşte mana da ruh gibi. Ezelden gelir ebede gider. Bu bitmez tükenmez yolculuğunda zaman-zemine göre, kılıktan kılığa bürünür. Renkten renge girer. Ama hep olduğu gibi kalır. Mana da ruh gibidir. Mana şuur sahibi olsa bir bakıma o da bir ruh olur. Zaten mana; maddenin ve hareketin ruhu hükmündedir.
Lâfız ve delâlet ettiği madde değişse de hepsinin manası bir. Ve o BİR’e bakıyor. O BİR’i gösteriyor.
Velhâsıl mana; lezzetin tuzu biberi oluyor. Tuzsuz bibersiz yemek nasıl lezzetsizse, manası keşfedilemeyen her şey, her madde de tatsız tuzsuz bir yemek sayılır. Belki karın doyurur ama lezzet alınmaz. Mecbur olmadıkça peşinden koşulmaz. Dâva edilmez. Ruhsuzluk talep edilmezliği doğurur. Manasızlık isteksizliği sonuç verir.
İki kâinat iç içe. Biri zarf, diğeri mazruf. Biri iç öteki dış. Biri zarflanan, muhafaza ve koruma altına alınan mazruf. Diğeri örten, koruyan ve muhafaza eden zarf.
Her iki kâinatın kendileri zarf.İçindekiler, ihtiva ettikleri, içerdikleri mâna, anlam ise mazruf..Kaplayan ve kaplanan. Örtülen ve örten. İç ve kabuk misali.
Kevnî kâinat, içinde bulunduğumuz, taşıyla toprağıyla mevcut olan âlem..Kelâmî kâinat; içinde harfler, satırlar, paragraflar, sahîfeler bulunan âlem.
Biri çekirdek, diğeri ağaç hükmünde. İkisi de birer mâna, birer anlam, birer ruh taşıyor içlerinde.
Ruh mu mânadan, mâna mı rûhdan? Orası ayrı bir konu. Ama bir gerçek var ki ortada. İkisi de mânaları için var edildiler aynı ortamda.
Maddî ayetler, deliller olan kevnî, somut kâinat ile, yine maddesel âyetler, deliller olan kelâmî / sözel, söz ve lâfız kâinatı bir tek şey için yaratıldılar. Mana için, ruh hükmünde olan anlam için.
İşte ulu Yaratıcı yüce Allah kâinatın somut dili ile yâni lisanı hâliyle bir şeyler fısıldıyor insan olan insana.
İşte ulu Yaratıcı, yüce Allah evrenin ikinci somut lisanı olan Kur’an kâinatiyle yine bir şeyler dokunduruyor insan olan insana.
Kısaca ey erenler! İki kâinat kitabının cümlelerinde söz konusu olan şey insanın saadetidir. Ama bu; anlama saadetidir. Farkına varış, ayırdına eriş saadetidir.
Demek ki aziz okur! Saadete eriş; manaya varıştır. Gerçeğe ulaşıştır. İşte bu manaya erişemeyenler, bu maksuda varamayanlar, her iki kâinat ağacından mana meyvesini devşiremeyenler; gerçek saadeti bulamamış, hakikî mutluluğa erememiş bedbaht kişiler, kişiliklerdir.
Bir kere daha tekrar ediyorum: Saadet; manayı anlayıştır. Anlama eriştir. Daha doğrusu manayı yakalayış, anlamı elde ediş; saadetin hem de iki cihan saadetinin buluştuğu, örtüştüğü, eriştiği bir yer, manevî bir mekân, yüksek bir makam. Kısaca insan oluş keyfiyetidir.