Kim hayal etmez ki, kim tasavvurda bulunmaz ki, kim tefekküre
dalmaz ki,
Ama bunları nasıl
yaptığımızı bilemeyiz, anlayamayız, asla çözemeyiz!
Fakat isteyince,
bir anda kendimizi; istediğimiz yerde;
Zihnen, manen yani
hayalen orada bulabilir, bilebilir, görebiliriz.
Ama nasıl? İşte
orada duraklar, künhüne vakıf olamayışın hayreti içinde donup kalırız.
Bazan geleceği
düşünür, yapmak istediklerimizi tasavvur eder, kurar;
Geçip karşısına
hayran hayran bakar; fakat tasavvur edişimiz karşısında apışıp kalırız!
Hele tefekkür,
hele tefekkür; durduğumuz, olduğumuz yerde zihnimizden, fikrimizden
Neler neler geçmez
ki, ama nasıl? İşte orda durup da, nasılın nasıl olduğunu düşünmek isteriz.
Fakat ne mümkün
“Üzümü ye, bağını sorma!” misali baka kalırız!
Bütün bunları
yapmaya izin var. Fakat anlamaya yol yok!
Çünkü bunlar;
ruhun fonksiyonları, bizlerin kurmamıza, yapmamıza, düşünmemize
İzin verdiği ruha
ait incelikler.
Bedenin âzâ ve
organları olduğu gibi, mânâdan ibaret olan mücerret ve soyut ruhun
Mânevî âzâ ve
bedenleri gibidir.
Tıpkı ruhun
mahiyetine yol olmadığı gibi, ruhun çeşitli zuhuratları olan bu hususları da,
Bilmeye imkân ve
ihtimal yok.
Zira ruh, Allah
değil ama Allah’tan. Allah ise madde değil ki,
Maddeyle
donatılmış insana sırrını açsın.
Kapalı bir kutu ki
açılmaz. Bir hazine ki, dışa saçılmaz.
Hangi babayiğit
açabilir ki bu sırrı? Zira bilinmezlık sırrına bürünmüş aşılmaz.
Nitekim üdeba
(edipler)den, urefa (ârifler)den, ulema (âlimler)den niceler geldi geçti.
Fakat bu sırrı
açıp çözemediler!
Çünkü Allah’ın
zâtına yol bulunamadığı gibi, O’nun zâtıyla alâkalı
Bu çeşit
kullanımlarımızın içyüzüne vukufiyete asla izin de yok, imkân da yok.
Ama mahiyetine, iç
yüzüne akıl erdiremediğimiz bu gibi hasletlerimizi inkâr etmemeliyiz.
Çünkü bir şeyin
mahiyet ve içyüzünü bilmemek, o şeyin varlığının inkârını gerektirmez.
Tıpkı
göremediklerimizi yok sayamadığımız gibi.
Mikropları çıplak
gözle göremiyoruz diye onları inkâr edebilir miyiz?
Duyamadığımız
sesleri yok sayabilir miyiz?
Her an içinde bulunduğumuz
ortamda; tüm radyo ve televizyon yayınları
Sesli sözlü,
renkli olarak cirit atıyorlar.
Ama bizler; onları
ne görüyor, ne de duyuyoruz!
Fakat radyoyu ve
televizyonu açtığımızda, bir anda ekranda görüyor, ekrandan duyuyoruz.
Çünkü kulaklarımız
bazı şeyleri âletsiz duyamıyor,
Gözlerimiz kimi
eşyayı, çıplak gözle göremiyor.
Demek ki, bazı
şeyleri görememek, bazı sesleri duyamamak; onların yokluğundan değil.
Bizlerin onları
çıplak göz ve kulakla görüp duymaktaki yetersiz oluşumuz yüzünden.
İşte
materyalistlerin ve maddiyyuncuların “Gördüğüme inanırım!” diyerek
Göremediklerini
inkârları çok yersiz ve isabetsiz bir bakış ve anlayıştan ibaret.
Aklı, zekâyı
görebiliyor muyuz? Ama var olduklarını, çok iyi biliyoruz.
Mercimek
büyüklüğündeki hafızamızda, kendimize ve dış dünyaya ait neler neler bulunuyor.
Ama hafıza denen o
et parçasında bir şey göremiyoruz.
Bu göremeyiş;
hafızamızın içindekileri yok saymamız demek değildir.
Demek ki, bir
şeyin mahiyetini bilmemek; varlığını inkâr etmemizi gerektirmiyor.
Demek ki, her şey
gördüklerimiz ve duyduklarımızdan ibaret değil.
İçinde
bulunduğumuz ortam;
Bu gözlerin
görmediği, bu kulakların duymadığı nice varlıklarla lebaleb dolu.
Öyleyse peşin
fikirliliği bir kenara bırakıp; düşünelim birader, dolu dolu.