Maarif; Ancak İstikrarlı Bir Lisanla Kaimdir

67

 

“…Evet çalışalım. Fakat nasıl çalışalım? Bu, gayet mühim bir mes’eledir. Bundan yüz sene kadar evvel aynı felâket bir milletin başına daha gelmişti. O millet de harp etmiş; pek büyük rahnelere (yaralara) uğramıştı. Sonra ukalası (akıllı olanları) toplandılar. Ne yapalım, şu musîbetten yakayı nasıl kurtaralım? Diye müşavere ettiler (danışmada bulundular). Hükeması (feylesofları), siyasiyyûnu (siyasîleri), içtimaiyyûnu (sosyal konularla uğraşanları), her biri birer fikir dermeyan etti. Kimisi Düveli Muazzama (Büyük Devletler)’den birinin himayesine girelim. Kimisi ittifak yapalım. Kimisi ordumuzu ıslâh edelim. Kimisi ticareti bahriyemizi (deniz ticaretimizi) ileri götürelim, dedi. İçlerinde ihtiyar bir adam vardı. Söz ona geldi. Sen ne dersin? Dediler. ‘Mahalle mektepleri yapalım!’ dedi. Hepsi güldüler. Hey sersem, mahalle mektepleri mi bu felâkete çare bulacak? Diye eğlendiler (alay ettiler). Fakat o adam söylediği sözü bilerek, düşünerek söylemiş olduğu için kalkıp maksadını izah etti. Efradı (fert ve bireyleri) arasında maarifi iptidaiye taammüm etmiyen (ilk öğretim yayılmayan) milletin ne ordusu, ne donanması, ne ticareti, ne serveti olamıyacağını saatlerce anlattı. Fikrini de kabul ettirdi. Çünkü başlarına gelen felâketin, mağlubiyetin, sırf kendi terbiye-i ilmiyelerinin, kendi irfanlarının karşılarındaki düşmandan daha aşağı bir seviyede olmasından neş’et ettiğini (çıktığını) delailiyle (delilleriyle) gösterdi. Bunun üzerine el birliğiyle çalıştılar ve muvaffak oldular.”

“Maarif, maarif!..Bizim için başka çare yok; eğer yaşamak istersek her şeyden evvel maarife sarılmalıyız. Dünya da maarifle, din de maarifle, ahiret de maarifle (yâni millî eğitimle)… hepsi, her şey maarifle kaim. Bizim dinin cehalete tahammülü yok, cahiller eline geçince mahvolur…” (Mehmet Âkif)

Bir milletin kalkınmasında, maarifin başta gelen rolünü müşahhas (somut) bir misalle göstermiye çalıştık. Şimdi de maarifin üzerinde yükselmek mecburiyetinde olduğu temeli gözden geçirelim. Maarif (yâni Eğitim ve Öğretim)’in üstünde yükseleceği temel; lisandır. Çünkü her ilim gelişmesini bir veya birkaç âlet ilmine, yâni yardımcı ilimlere borçludur.

Topyekûn maarif manzumesinin hemen hepsinde yardımcı faktör; yâni âlet ilmi hükmüne geçen esas unsur ise lisan ve dildir. Eğer bir milletin lisanı istikrarlı bir mahiyet arz etmiyor; bugünkü hâliyle mazisiyle irtibat kuramıyor; bünyesinde tarihçesinden bir şeyler barındırmıyorsa, kısaca nesebi gayri sahih (soysuz) bir hâlde muallâkta (ortada) duruyorsa; böyle bir lisanda istikrar (oturmuşluk) yok demektir. Nereden geldiği bilinmeyen yani silsilesi meçhuliyet arz eden, nereye müteveccih (yönelik) olduğu ise kestirilemeyen bir dilin rehberliğinde; ilim ummanına (okyanusuna) yelken açılamaz! Açılsa bile pupa yelken yol alınamaz!

Binaenaleyh, ilmen inkişafın başında, evvelemirde lisanın tabii bir mecrada seyretmesi; başlangıcından bu yana, sarsıntısız bir halde istikbale müteveccih (yönelik) olması şarttır. Aksi takdirde milletin terakkisine (ilerlemesine) yol verecek maarifin tahakkuku hayâl olur.

İşte, ileri milletler seviyesine erişmek için çırpınan, Büyük Türkiye hülyası kuran maarifimiz; her şeyden önce bu hakikatin; bilhassa geçen bir asra yakın zaman zarfında gâfili olmuştur.

Özellikle geçmiş yıllarda, bazı kelimelerin yerleri; ne idüğü meçhul kelimelere bırakılması; ilmin muhtaç olduğu dil istikrarından güzelim Türkçemizi mahrum etmiştir.

Böyle gecenin,hiç hayır umulur mu seherinden?

1012

Bir asırkadar önce Türk Milleti’nin altın lisanı, on asrın süzgecinden geçerek bütün pürüzlerini peyderpey (arka arkaya) silkip atarak, her geçen gün biraz daha vuzûha kavuşarak tekâmülünü tamamlamış, Türk-İslâm Dünyası’nın müşterek kültür dili hâline gelmişti. O kadar ki, İstanbul’da neşredilen bir gazete Türk Dünyası’nın her tarafında okunabiliyor, lâyıkı veçhile anlaşılıyordu.

Türkler, zaferlerini sadece meydanlarda kazandıklarına münhasır bırakmamış; belki onlar bu başarılarını cihanşümul, evrensel vahdet / birlik nazariyesini gerçekleştirmeye ancak bir basamak, bir vesile saymışlar. Onun için durmadan devşirip; devşirdiklerini de kendi potasında eritmesini bilmişlerdir.

Bunun içindir ki Türkler; çeşitli milletlerin lisan haznelerinden ihtiyaç duydukları,hoşlarına giden kelimeleri almakta beis görmemişler. Fakat aldıkları kelimeleri bir sanatkâr maharetiyle işlemişler. Lisanın ham maddesi saydıkları, menşe ve kaynağı yabancı bütün kelimelere; ses ve şekil bakımından kendi millî damgalarını vurarak, Türk Âlemi’nin artık vazgeçemiyeceği bir hâle sokmuşlardır.

Vaziyet bu merkezde iken yâni:

“…Arapça kelimeleri alıp, Arab’ın bile mânasını anlıyamadığı, Farsça kelimeleri alıp İranlı’nın bile tanıyamıyacağı; bütün malzemesi, bütün harcı bizden, bize göre yapı kaideleriyle, öz be öz Türkçe kelimeler yapmışken, bunları atıp yerlerine kimsenin tanımadığı yapmacık sözler koymayı ben, öz evlâdını inkâr edip, …ne idüğü belirsiz bir çocuğu evlâtlık almaya benzetiyorum.

“Nerduban’ı merdiven, hefte’yi hafta, çarçûbe’yi çerçeve, pencşenbe’yi perşembe şekline sokup, kılığı kıyafetiyle, biçimi ve âhengiyle yüzde yüz Türkçeleştirmeye elverişli kıvrak ve gevrek, her tarafa eğilip bükülebilir bir uysal dilimiz varken ve bu işler biz farkına varmadan kendi kendine olup dururken, zorlama yoluyla kelime icadına aklım ermiyor.

“İğneye diken, dikene bayan, kazmaya kazan, kazana kızan der gibi bir zorlama.” (Hamdi Varoğlu)

Yukarıda gayet vâzıh, açık bir surette ifade edildiği gibi, şanlı ecdat her şeyde olduğu üzere, lisanda bile kendi hüviyetini korumaya çok dikkat etmiş. Hariçten her gelen kelimeye; millî harsın, millî kültürün mihenk taşına vurmadan veya onu, kültürünün tebaası hâline sokmadan, Türk Kültür Âlemi’ne geçiş izni kat’iyyen vermemiştir.

Nitekim nasıl nev-i şahsına münhasır güzelim bir Türkçemiz olduğunu somut bir misalle gösterelim:

“…Pendik Lisesi’nin açılışı münasebetiyle tertiplenen bir Edebiyat Günü’ne gitmiş ve konuşmalara iştirak etmiştik. Halen Pakistan’da Türkoloji asistanı olan değerli genç mütefekkir Mehmet Sabir Bey ve hocası Ali Nihat Tarlan ile Hamdullah Suphi Tanrıöver de güzel konuşmalar yapmışlardı. Bu zatlardan biri, sefir olarak bulunduğu memlekette bir Türk dostu ile giderken konuşmalarını bir ecnebi de vagonda merakla takip ediyormuş. İnerken nihayet dayanamamış ve af dileyerek hangi dili konuştuklarını sormuş; aldığı cevap  ‘Türkçe’  olunca yabancı şaşkınlıkla:  ‘Hiç bu derece güzel bir dil işitmemiştim kuş dili gibi bir dile maliksiniz, bunu sakın kaybetmeyiniz.’ Demiş…” (Semahaddin Cem)

Heyhat! İşte böyle bir Dil’e musallat olunmakta. Habire onun canım âhenk ve ses güzelliğine halel getirilmekte. Sonra da Nobel’i hak edecek bir çok Türk’ün çıkmadığından üzüntü duyulmakta, bu hâle taaccüp edilmektedir.

Türk-İslâm Dünyası’nın müşterek kültür lisanı  ‘Güzelim Türkçe’nin uğradığı bu haksız tecavüzler, yersiz müdahalelerden, yalnız aklı selim sahibi Türkler değil, ilim âleminin

1013

mümtaz simaları da üzgündürler. Onların da gönlü, ilim nâmına mevcut güzelim   bir lisanın dumura uğramasını istememekte, samimi birer ikaz mahiyetinde telâkki etmemiz icap eden meyusiyetlerini yeri geldikçe izhar etmekten kendilerini alamamaktadırlar.

“…Asyalı dindaşlarımızdan bir profesör, Türkiye’yi ziyaret ettiği günlerde, şöyle bir fikir ileri sürmüş:’Güzel Türkçe’nin bugüne kadar işlenmiş olan şekli bizim de hoşumuza gidiyordu. Okuyor ve okuduğumuzu anlıyorduk. Bu Türkçe, Doğu Âlemi’nde, âdeta müşterek bir dil yerine geçiyordu. Fakat bugün, Öz Türkçe taassubu, bu genel anlayışı güçleştirmektedir. Neden bu güzel dili, kendi tabiî tekamülüne (gelişmesine) bırakmıyorsunuz? ‘ ” (Faruk Nafiz Çamlıbel)

Bırakırlar mı hiç? Çünkü bütün bir Türklük Âlemi’nin kurtuluşu önce dil birliğiyle sağlanacak ülkü birliğinden neş’et edecektir. İnanmayın sakın! Öz Türkçe, Öp Öz Türkçe, Arı Dil teranesiyle cazip klişeler ardına sığınan çığırtkanlara…Bütün bunların altında; parçala böl, sonra hükmet gibi şeytanî bir plân yatmaktadır. Maalesef yarı aydın geçinen zümre, cehaletleri icabı, bu yemlere sahici nazariyle kanmış bulunmaktadır.

Hülâsa, bir milletin huzûr ve âhenk içinde hayâtiyetini idame ettirmesi, fertlerinin teker teker ruhsal sıhhat ve selametiyle ne kadar alâkalı ise, bir lisanın istikrarlı bir vaziyet arzetmesi de, dilini teşkil eden kelimelerin teker teker haiz oldukları bünye sağlamlığına sıkı sıkıya bağlıdır. Ancak böyle birbirine merbut kelimeleri muhtevi bir lisan, sahibine, üstünde yükselebileceği temel vazifesini lâyıkı veçhiyle deruhte edebilir.

Öyleyse lisan mevzuunda işin hiç şakaya gelir tarafı bulunmadığını anlamalı, ilerlememizin ancak dört başı mamur bir lisanla kaim olduğunu da bilmeliyiz. Sözün başında söylediğimiz veçhile, her ilmin mükemmel bir şekilde tahsili, insanın lisana vukûfiyeti nisbetinde bir ciddiyet kesbeder. Fakat bugünkü lisanımızın perişan hâli, bugün olmasa bile yarın gelecekten nevmîd ve ümitsiz olmamıza bir sebep teşkil ettiğinden büyük bir tehlike arz etmektedir.

Artık kendimize gelmemizin, toparlanmamızın vaktidir. Lisanımıza devletçe, milletçe hâkim olmalı. Onu şer kimselerin elinde oyuncak olmaktan bir an evvel kurtarmalıyız. Çünkü lisanı dumura uğramaya yüz tutmuş bir milletin çocukları, aydınlık dünyaya doğan yarasalar gibidir.

 

1014 – 1015

 

 

Önceki İçerikTürkoloji Kongresi’nin Beş Günü
Sonraki İçerikYesevi Dergisi’nin Yeni Sayısında; “Kilit Şehir” Kastamonu’da Hizmet Adamları’nı Yazdım…
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.