M o z a i k

131

Türkiye “mozaik” bir ülke, terkip / sentez değil. Yani bölünemez, parçalara ayrılamaz değil. Yani karışımdır. İsteyen istediği an “Hadi bana eyvallah!” diyebilir. Ayrılabilir. Kendi yoluna gidebilir.

     Hem zaten “Halkların kendi kaderini tayin hakkı!” yok mu? Var! Türkiye Cumhuriyeti AB aşkına bunu kabul etmedi mi? Etti! Üstelik Birleşmiş Milletler böyle bir talebi / isteği desteklemek zorunda mı? Zorunda!

     Kimileri Türkiye’yi “mozaik” ülke olarak görüyor. İğreti / göstermelik bir bütün teşkil ettiğini sanıyor. Bu yetmiyormuş gibi Türkiye’nin “mozaik” oluşunu, çok daha ileri götürenler var. Bunlar çeşitli İslâmî gurup ve cemaatleri de “mozaik” olarak görüyorlar.

     Oysa gurup ve cemaatler; bir olan İslamiyet’in; kesret / çokluk olarak görüntüsüdür. Onlar bir araya gelerek İslamiyet’i ortaya koymuş değiller. Öyle olsaydı bir bakıma kendilerini “mozaik” olarak görmelerinde beis yok / bunda mahzur görülmez / bunda çekinilecek bir şey olmazdı.

     Oysa bütün gurup ve cemaatler; bir ve yekta olan İslamiyet’in tecelli ve zuhurundan ibaret. Tıpkı beyaz ışığın; yedi rengi zâtında / kendisinde barındırması gibi.

     Her okulda sınıflar var. Her üniversitede fakülteler var. Her tesiste alt kuruluşlar var. Bunlara “mozaik” gözüyle mi bakmak lâzım? Hâlbuki bu parçalar; bağlandıkları merkez mevcut olduğu için vardır. Varlıkları merkezden kaynaklanmaktadır. Yoksa merkezi; onlar doğurmuş değil.

     Gerçi bu tarz yorum bir bakıma yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı sorusunu akla getiriyor. İnsanı karar vermede duraksatıyorsa da; işin başlangıcına kadar gidince görürüz ki, yumurtanın tavuktan çıktığı bir gerçektir.

     Öyleyse bütünü teşkil eden parçalar; kendilerini müstakill / bağımsız, bütünden kopuk olarak görmemeli. Tam tersine; varlıklarını bütüne, ana kaynağa bağlı ve borçlu bilmeli. Serkeşlik etmeye kalkmamalı.

     Hodbin / bencil tavır ve davranış içine girmemeli. Öyleyse Türkiye’de bulunan her unsur; aklını başına almalı! Kendi başına hareket etmemeli. Bütüne bağlı olması gerektiğini bilmeli.

     Onsuz olamayacağının şuuruna ermeli. Ondan kopamayacağını anlamalı. İç-dış tahriklerin oyununa gelip; bindiği dalı kesmemeli. Var oluş kerametini kendi gölge varlığından sanmamalı. Kısaca oyuna gelmemeli.

     Kavimler farklılıklarıyla değil, aynîlikleriyle bir araya gelir. Bir bütün oluşturur. Ancak bu şekilde birlik teşkil eder.

     Milletler; farklılıkları söz konusu ederek değil, onları tabii karşılayıp onları tabii / doğal seyrinde /  gidişatında bırakıp aynîlikleri nazarı itibara alarak terkip / sentez, yeni bir oluşumla ortaya çıkarlar.

     İşte bu milletin oluş sürecidir. Doğuştan ziyade oluştan ileri gelen bir yeni hüviyettir. Bu hüviyet / bu kimlik altında farklılıkları görerek; kendimizi mozaik farz etmek, mozaik sanmak; öyle görmek çok yanlıştır.

     Yazık ki bu oyuna geliniyor. Sırasında bizi parçalayacak temeller atılıyor. Ama ne hikmetse bunun farkında bile değiliz. Oysa sürtüşmelere zemin hazırladığımızın daha doğrusu hazır hâle getirildiğimizin ayırdında olmalıyız.

     Aynı ana-babanın çocukları da hem ruhen hem bedenen ayrı dünyaların insanıdırlar. Ama bu benzemezlikler; onların aynı ana-babanın çocukları olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

     Öyleyse aileyi meydana getiren fert ve bireyler mozaik olmadıkları gibi; milleti gerçekleştiren parçaların her biri de, kendilerini birer mozaik olarak görmemeli. Ancak bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak düşünmeli.

 

     Ortaya atıldı epeydir (meselâ 2005’lerde) bir “mozaik” lâfı

     Gelen geçen söylemeden edemiyor bu gafı

     Oysa milletin yok gizlisi her şey açıktı

     “Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı.”

Önceki İçerikMakine Mühendisi, İktisâdî İşletme Uzmanı, Müellif ve Mütefekkir Prof. Dr. ERSİN NAZİF Gürdoğan ile Barışa ve Huzura Açılacak Kapılar Hakkında Konuştuk.
Sonraki İçerikMilli Birlik Zamanıysa…
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.