Londra Tefecileri

102

Yıl 1989(Turgut Özal dönemi), “Sermaye Piyasası Kanunu” çıkartıldı ve Türkiye’ye uluslararası sermaye giriş ve çıkışları serbest bırakıldı.

 

Bu kanunla sıcak paraya hiçbir koşul öne sürmeden, dilediği miktarda gelmesine ve gitmesine “eyvallah” denilmiş oluyordu.

 

Öyle ya olur da paranın canı sıkıldı gitmek istedi diyelim; giderken hiçbir zorlukla karşılaşmayacağının garantisi de bu yasayla verildi.

 

Yani “Sıcak Para “ya kafana göre gel mekân senin, diyelim ki içeriye girdin ortam kafana uymadı, “bir arkadaşa bakıp çıkabilirsin” dendi.

 

Aslında gelen sermayenin teorik olarak “Reel Yatırımlara akması beklenirken, durum hiç de öyle olmadı.

 

Yani bu gelen dış sermaye ile her alanda üretim seferberliği gibi olumlu bir etki sağlanamadı.

 

Ekonomiye yeni endüstriyel kuruluşlar eklenerek, hem katma değer yaratan üretim hem de istihdam birlikte gerçekleşemedi.

 

Yerli dünya markaları yaratılamadı.

 

Ülkenin “yerli sermayesinin kıt” olduğu doğruydu, ama yöneticilerinin de “aklı kıt” idi.

 

Kendi halkını aldatma konusu ve çok kurnaz olmaları konusunda bir numaraydılar.

 

Türkiye’nin kendi halkına kurnaz ama “bilimsel aklı kıt” günlük düşünen yöneticilerle yönetilmesi, ülke için ileride daha da pahalıya patlayacak olan krizlerin zeminini hazırlıyordu.

 

Bu yabancı paralar, bir kısmı borsa ve spekülatif piyasalarda gezinirken; çok büyük kısmı ise devasa kamu açıkları olan devlete yüksek faizle borç vermekten başka bir işe yaramadı.

 

1990’lı yılları krizlerle geçirme nedenlerimizden en önemlisi; arka planda süreklilik arz eden kamusal açıklar nedeniyle yapısal sorunlar olmakla birlikte, sermaye piyasası kanunun verdiği rahatlıkla, borsa ve finans piyasalarına aşırı kontrolsüz sermaye giriş ve çıkışlarının yaşanmasıdır.

 

“Sıcak Para” kolay kazancı sever, serbestliği de bulunca; borsa, döviz ve faiz sarmalında rahatça gezdi durdu.

 

Gelen sermaye, üretim ve istihdam yaratıcı reel yatırımlar yerine, spekülatif ve sabit getirili finansal araçları tercih etti.

 

En trajik olanı ise; devleti yönetenlerin de buna seyirci kalmak zorunda bırakılmasıydı!

 

Çünkü en borçlu kamu kesimiydi, sistem reel yatırımlar yerine faizi teşvik etti.

 

Sistem -bu gün de dâhil- hep aynıydı “düşük kur, yüksek faiz” sarmalı…

 

Sorunlar birike birike, 1994 yılında Türkiye’nin tipik borç krizlerinden biri yaşandı.

 

İktidar(Tansu Çiller dönemi) inatlaşıp, piyasanın istediği faizleri vermemekte ısrar etti.

 

Gelen sıcak paraların serbestçe geldiği gibi, serbestçe de yurtdışına çıkma hürriyeti olunca, 1994 yılında olanlar oldu.

 

1988 yılı Ocak ayında ABD doları 1.027 TL iken, 1993 yılı başında 8.600 TL’ye, 1994 yılı “5 Nisan Kararları” sonrası ise, 40.000 TL’ye kadar fırladı.

 

1996 Kasım ayına gelindiğin de; 1 ABD Doları 100.000 TL’yi de geçti.

 

1994 yılı “5 Nisan Kararları” yaşanan krize yapısal çözümler üretmek yerine, krizi ötelemekten başka bir işe yaramadı.

 

Tekrar borçlanabilmek ve sistemin kendini döndürebilmesi için, 5 Nisan 1994 sonrası alınan kararlar ile bu sefer çok daha yüksek faizler ödenmek zorunda kalındı.

 

Ek vergi paketleri, yüksek enflasyon ve yüksek faize razı gelinerek, maliyetli de olsa daha kötü bir durum, daha ileri bir tarihe ötelendi.

 

1994 “5 Nisan Kararları” sonrası, 3 aylık net %50 faizle hazine bonosu ihraç edildi!

 

Bunu yıllık hesaplarsak, yıllık %400 birleşik faiz demek!

 

Bol kaymaklı bu hazine bonolarına en büyük talep, yine her zaman ki gibi Londra tefecilerinden geldi…

 

Tabii ki bazı yerliler de, kendi ölçüsünde bu kaymaklı hazine bonolarından faydalandılar.

 

O dönem bankaların durumları da pek denetlenebilir değildi.

 

“Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu” henüz kurulmamış, bankacılık kanunu güncel değildi.(BDDK 1999’da kuruldu)

 

Üstüne üstlük bankalardaki tüm mevduatlara “limitsiz” devlet garantisi verildi.

 

Her önüne gelenin -nasıl olsa devlet garantisi arkamızda- diyerek banka açmaları o dönemlere denk gelir.

 

Bankalar görünürde yerli idi, banka yerli ama bankanın yerli sahibinin güçlü bir sermaye yapısı yoktu, malı mülkü vardı ama yeterli nakit parası yoktu.

 

Acımasız dünya piyasa koşulları ile mücadele edebilecek güçte değildik.

 

Yurtdışından ülkeye sıcak para politikası ile para tüm hızıyla akmaya devam ediyordu.

 

Londra tefecilerinden gelen dolarlar, ülkeye yerli bankalar vasıtasıyla, yeniden fakat daha da büyük dozlarda sokuldu.

 

Kârlar eskisinden çok daha katmerliydi.

 

Dolar olarak giren para TL’ye çevriliyor, bununla ağırlıklı olarak yüksek faizle devlet tahvili satın alınıp devlet borçlandırılırken, yerli banka ancak yabancı paranın komisyonculuğunu yapıyordu.

 

Zaten devlet limitsiz mevduat garantisi veriyordu, yabancı için yerli banka sahibinin ismi cismi, sermaye yapısı çok da önemli değildi.

 

Sıcak paranın o dönem yaptığı tek işlem, dolarları bozup devlet tahvili alarak yüksek faiz getirisi ile kolay para kazanıp, sonra tekrardan dolara çevirip ülkesine gitmek oldu.

 

Bankaları kuran yerliler ise; ancak yabancının parasını üzerinden aldığı komisyona talim edebiliyordu.

 

En kolay sermaye bankacılık ile bulunur diye, bir banka kurma furyasıdır gidiyordu.

 

İkinci “banker faciası” benzeri bir kriz çoktan geliyorum diyordu…

 

Bankaların sahiplerinin yeterli sermayesi olmasına bakılmaksızın, neredeyse her önüne gelen yurtiçi yerleşik holdinge banka kurma izni verildi.

 

Holding sahipleri aynı zamanda banka sahibi de olunca, kendi şirketlerine mevduatlardan topladığı bir kısım paraları da aktardılar.

 

Görmemişin bir bankası olmuş hesabı; herkes kolay sermaye temini için bankacı oluvermişti.

 

Sadece işi bankacılık olan, bu işin uzmanı özel banka yok denecek kadar azdı.

 

“İç borçlanma” adı altında, aslında bal gibi dış kredilerle, kamuya yüksek maliyetli tahvil ihracı yaptırılarak, devletin bütçesi çok yüksek faizler ödenerek döndürülüyordu.

 

İktidarlar da bu soyguna göz yumuyordu.

 

Resmî olarak, 1996 yılı başından itibaren “Gümrük Birliği “ne girilince, zaten yabancıların paraları serbestçe gezerken, şimdi de malları serbestçe ülkeye girmiş oluyordu.

 

Kronik kamu borç sarmalına çözüm bulmak için, yapısal değişimler ve özelleştirmeler henüz yapılamıyordu, çünkü yasal boşluklar vardı.

 

Özelleştirme yasası ilkin anayasa mahkemesine takılmıştı, daha sonra yeniden düzenlendi.

 

1989 sonrası ülkeye paralarını ve 1996 sonrası ise mallarını serbestçe sokan yabancılar karşısında, ülkenin “yerli ve milli” işadamlarını koruyacak hiçbir duvar yoktu.

 

Hem finans hem de mal ticareti yabancılar için olabildiğince serbestleşmişti.

 

Koruma duvarları tamamen kalkınca; reel sektör yatırımları olan, sermayesi kıt yerlilerin sahip olduğu banka sistemi de çok uzun sürmedi, yeni yüzyılın başlarında çöktü.

 

Hem mal ticaretinde hem de para ticaretinde piyasaya hâkimiyeti tamamen yabancıların eline geçmiş oldu.

 

2000 Kasım ve 2001 Şubat krizlerinin nedenleri kısaca bunlardır.(Bülent Ecevit dönemi)

 

Yerli banka sahiplerinin basiretsiz ve yetersiz oluşundan çok, devlet politikalarının buna neden olduğu barizdir.

 

2001 senesinde sistem işlemediğinden yerli bankalar da batınca, IMF ile yeniden anlaşma yaparak ülkeye yeniden sermaye girişinin sağlanması için güvence verilecekti.

 

İlkin acilen sermaye girecek, borçlanma devam edip piyasa yangını sönecek, sonrasında yapısal değişim için bir program uygulanacaktı.

 

İşte bildiğiniz gibi, meşhur Kemal Derviş’in Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı!

 

Konusu geçmişken; IMF bir kredi kuruluşu değildir, belirli şartları yerine getirmesi koşuluyla düşük faizli kredi vererek zor durumda olan ülkeyi fonlayan, uluslararası para fonudur.

 

IMF’in 1944’deki kuruluş amacı da zaten budur.

 

Türkiye 1947’de IMF’e üye olmuştur.

 

Zaten batıda yeni bir şey kuruldu mu, nedense anında üye oluruz!

 

Mali yükümlülüklerini yerine getiremeyen, yani borçlarını ödeyemeyen, borçlarını çevirmekte zorlanan ülkeler mecburen IMF’e Başvurur.

 

International (Uluslararası) Money (Para) Fun (Fonu)…

 

IMF senin ayağına gelmez, mecbur kalınca sen onun ayağına gidersin!

 

IMF ile stand-by anlaşması yapan ülke, global piyasalardan aldığı borçların ödenmesiyle ilgili dış dünyaya bir bakıma güvence de vermiş oluyor.

 

IMF burada aslında bir garantör görevi görüyor.

 

Özeti şu; ağırlıklı olarak Londra tefecilerinden borç alıp, bir süre sonra doz arttıkça ödeme zorluğu çekip, IMF’e “kurtar bizi baba” diye başvurmak zorunda kaldık.

 

Yoksa çok sıkıştım biraz borç ver diye IMF’e başvurulamaz.

 

2001 krizinde fatura bankacılık sektörüne kesilmişti.

 

Oysa arka plandaki asıl sorun, kronik kamu açıklarını kapatmak için devletin borçlanma mecburiyeti idi.

 

Bankalar battı ama mevduat garantisi nedeniyle, tüm yük yine kamunun yükü oldu.

 

Devletin limitsiz mevduat garantisi vermesi de, zaten o dönemler var olan sorunu ötelemek içindi.

 

Kamu bankaları hariç (onlar da batıktı aslında), özel bankalar ya tümüyle yabancıların ya da yabancı ortakların eline geçti.

 

Zaten devlet tahvili satın alarak kamuyu finanse eden yerli bankaların arka plandaki para kaynağı da yabancılardan başkası değildi.

 

Yabancılar artık yurtiçi yerleşik taşeronlarla değil, hatta kendi kurumsal kimliğini taşıyan uluslararası bankalarıyla Türkiye’ye direkt gelerek borç vermeye devam edecekti.

 

Yerli banka sahipleri, zor durumda olan kendi şirketlerine iç kredilerle sermaye aktarıp, ağırlıklı olarak tahvil ve borsaya giren yabancı paralardan da komisyon alıyordu, yapabildikleri sadece buydu!

 

Fakat en büyük borçlunun kamu olması, özel sektörün de gelişip büyümesine engel teşkil ediyordu.

 

Yapısal çözüm gerekiyordu, önce devlet küçülmeliydi.

 

Özelleştirmelere bu nedenle tam gaz ağırlık verildi.

 

Devlet en büyük “borç alan” tarafta olduğu sürece, faizler de düşmeyecekti.

 

Derviş’in programı gerçekten sonuç verdi, faizler düştü, kamu açıkları azalınca borçlanma da durdu.

 

Bu arada o dönem alınan IMF borcu denilen düşük faizli 23,5 milyar dolar paranın son taksiti 2013 yılında ödenince, sanki Türkiye’nin toplam dış borç bitti gibi halka yansıtıldı.

 

Oysa ki; borçlanma dediğin IMF’den değil, global piyasalardan yapılır.

 

Bilhassa özel sektörün dış borçlanma ihtiyacı tüm hızıyla devam ediyordu.

 

Yerliler bankacılıktan çekilince, bankacılık sistemi direkt yabancıların kontrolünde, yerli reel sektörü finanse etmek şeklinde bir yapıya büründü.

 

1990’larda ağırlıklı olarak kamu kesiminin açıklarını finanse eden yabancı sermaye, şimdi de yerli reel sektörün sermaye ihtiyacını finanse ediyordu, aradaki tek fark buydu.

 

Reel sektörümüz dünya çapında markalaşmış bir yapıya sahip değil, kamu harcamalarından beslenen bir reel sektör yapısı var.

 

Dolayısıyla aslında dış borç şeklinde gelen sermaye, dolaylı olarak kamu harcamalarını da finanse etmiş oluyordu.

 

2013 yılında IMF ile protokol yapılmayınca, artık program dışına çıkılıp kamunun dilediği kadar borçlanabilmesinin de kapısı aralanıyordu.

 

Öncesinde programlı gidilip, kamu finansmanı için gereken borç gereksinimi azalınca, kamusal borç yükü artık ekonomide ciddi bir sorun teşkil etmiyordu.

 

Faizlerin düşme nedenlerinden en önemlisi kamu açıkları nedeniyle kamusal borçlanma ihtiyacının azalmasıydı.

 

1990’lı yıllarda devlet yüklü tahvil ihraç gereksinimi duyduğu dönemlerinde müthiş faiz artışları oluyordu.

 

Yine 1990’larda hazine İhalelerinde bir öncekine göre faiz biraz daha düşük olunca piyasa sevinir, borsa yükselir, dolar düşerdi!

 

Çünkü bütçenin faiz maliyetleri kalemi çok yüksekti!

 

Bu tecrübelere rağmen, özellikle 2013 sonrası iş rayından yine çıktı.

 

Özellikle 2013 sonrasında artık kamu kesimi eskisinden çok daha hesapsızca piyasadan borçlanacaktı, yine bildiğimiz Londra tefecilerinden!

 

2008 senesinde dış dünya koşulları gereği faizler düşünce, sonrasında özel sektör aşırı dış kredi kullandı.

Dünyada dolar bol ve ucuzdu…

Daha sonra bu furyaya kamu kesimi de katıldı.

Bu dış krediler inşaat, yol, köprü, tünel gibi alanlarda kullanıldı.

Devlet çok borçlu gözükmüyordu, özel sektör borçluydu, fakat özel sektöre garantör olan devletin ta kendisi idi.

2013 senesinden sonra özel sektör yetmedi, direkt borçlanma kervanına kamu kesimi de hızla katılacaktı…

Londra tefecileri her zaman ki gibi iş başındaydı, fakat bir sorun vardı artık dünya eskisi gibi değildi, faizler de yükseliyordu!

Bu arada 2013 öncesi dolar bolluğu iç piyasada TL’nin aşırı değer kazanmasına neden olmuştu.

TL aşırı değerliydi ama kimin umurundaydı ki, piyasa bundan çok memnundu.

Alan memnun satan memnun, çünkü ticaret hacmi hızla artıyordu.

Hani kaynak diyorlar ya, bu kaynağın da büyük bölümü Londra’dan geliyordu!

Misal konut kredisi kullanan bir tüketici, aslında Londra tefecilerinin parasıyla konut aldığını nereden bilebilir?

Konut yapıp satan inşaat şirketleri, her yaptıkları konut için, tüketicilerin aldıkları kredilerin aslında yabancı sermaye teşviki ile olduğunu düşünebilir mi?

Bu durumu teşvik eden, yabancı kaynakları sadece buraya aktaran devleti yönetenlerin ta kendisidir.

Bu durum elbette çok fazla devam edemez, fakat politikacıların kolayca gösterişe çevirebildiği, yandaşlarına kısa vadeli büyük rantlar yaratan bir modeldir.

Konutu bir sefer üretirsiniz, bunun devamlılığı yoktur.

Arsa ve konut fiyatları yükseldikçe yani talep devam ettikçe rant sürer, en son alanın elinde patlar !

Aldığımız borçlar, üretime yönelik verimli alanlar yerine, ülkeye katmadeğer katmayan son derece kısır bir alana gömülmüş oluyor.

Finans piyasalarına dönersek; 2013 sonlarına doğru dolarda artış eğilimi hızlandı.

Dolar/TL 2003 yılında gördüğü 1,75 civarındaki değeri, 2011 yılında ancak görebilmişti!

O aradaki 8 senelik boşlukta TL’nin aşırı değerli olduğuna, hiç artmadığına hatta aşırı(2008 yılında 1,15 TL’lere kadar indi) düştüğüne bile şahit olduk.

Ülke olarak, Türk Lirasının değer kazanmasını hak edecek bir atılım mı yapmıştık?

Aslında olan biten, dünyaya ve Türkiye’ye sağlıksızca akan bol dolarların etkisinden başka bir şey değildi.

Fakat her “lale devri”nin de bir sonu vardır.

2013 yılı kırılma noktasıydı, dolar 2.00 TL’yi aştı.

Türkiye ekonomi tarihini incelerseniz; 2001 krizi sonrası bankacılık sistemi üzerine başarılı düzenlemeler yapıldı, 2003 yılından sonra gelen iktidar da 2001 programını koşulsuz devam ettirdi.

Geri kalan yapısal reformlar yarım kalan özelleştirmelerdi, onların da çoğunu 2014 yılına kadar bitirmiş olduk.

Bu güne kadar toplam 70 Milyar Dolara yakın özelleştirme yapılmıştır.

Bunun sadece 8,2 Milyar Doları 1986-2003 dönemine aittir, gerisi bu hükümet döneminde yapılmıştır.

Yani bu hükümet 2003’ten bu güne kadar toplam 61,8 milyar dolara yakın özelleştirme geliri elde etti.

Özelleştirilme konusunda iktidarın 15 senelik dönemde oldukça hızlı olduğu söylenebilir.

Özelleştirmelerle kamunun yükü hafiflemiş, böylece borç yükü de hafiflemiştir.

Özelleştirme gelirleri borçların çevrilmesinde çok etkili oldu.

Bu rahatlama kamunun başka alanlarda daha da büyük dozlarda borçlanabilmesine imkan sağlamıştır.

Fakat alınan borçlar, etkin ve verimli alanlarda kullanılmadığından, katma değer üreten endüstriler kurulmadığından, ithal ağırlıklı tüketim artışına ve Türkiye ekonomisinin ithalat bağımlılığına neden oldu.

Gerek özel sektörün borcu, gerekse son dönemlerde kamunun borcu da buna eklenince, borç yükü devasa boyutlara ulaştı.

Hazine Müsteşarlığı’nın resmi sitesinde açıkladığı rakamlara göre; toplam 453 milyar dolar dış borç yükü ile karşı karşıyayız.

2002 senesinde 64,5 milyar dolar kamu kesimi dış borcu, 43 milyar dolar özel sektör dış borcu vardı.

Özellikle 2008’den sonra yaşanan aşırı borçlanma ile 2017 senesine yaklaşık 130 milyar dolar kamu kesimi borcu, 323 milyar dolar da özel sektör borcu ile gelindi.

Bununla birlikte 2017 sonu itibariyle kamunun iç borç stoku da 513 Milyar TL civarındadır.

Bunlar resmi rakamlardır, olayın vahametinin ne derece olduğunu asgari ölçüde anlatmaktadır.

Açıklanan rakamlardan çok daha fazla borçların olduğunu düşünüyorum.

2008 sonrası ABD merkez bankası FED dünyaya para pompalarken, Erdoğan Hükümeti’nin bu fırsatı azami şekilde değerlendirdiğini düşünüyorum.

Fakat bu tip borçlanma politikası artık dış dünya koşullarının da etkisiyle sürdürülebilir durumda değildir.

Bu nedenle sistem, kendini güncelleyerek, şartlara göre yeniden fiyatlama yapmak zorunda kalacaktır.

Yeni koşullar gereği tekrar borçlanabilmek için, Türkiye bir program ile taze borç alacağı dünyaya güvence vermek zorundadır,

Fakat artık dengeler eski dengeler olmadığından, güncel Dolar/TL fiyatlamaları oluşup, Türkiye ancak o şekilde yoluna devam edebilir.

Temel soru şudur; 2003 senesinde 1,75 TL’yi gören dolar, 2018 senesinde yani 15 sene sonra, enflasyon ve faiz oranları hesaplandığın da gerçek değeri ne kadar olmalıdır?

15 senedir aşırı değerli bir kur ile karşı karşıyayız.

Yukarıdaki temel sorunun yanıtı ne olacaksa, piyasadaki dengeler de o şekilde oluşacaktır.

Gerçek değerler oluştuktan sonra, borçlanma sürdürülebilir hale gelebilir, böylece yeni faiz oranlarını da konuşabiliriz.

Ayrıca kronik “cari açık” sorunu konusunda yapısal değişimler gerekiyor, ciddi bir program şart!

Ekonomide her kriz bir fırsattır, sistem artık sağlıklı işlemiyorsa, doğal olarak krize girecektir.

Bu hükümet iktidara geldikten sonra 2003 Temmuz ayından itibaren dolar hızla düşüşe geçmiş, borsa ise yükselmeye başlamıştı.

2018 Temmuz ayından itibaren tersine bir kırılma olursa, benim gibi piyasanın kararlarını önemseyen bir iktisatçıya hiç de şaşırtıcı gelmez.

Erdoğan iktidarında Londra tefecileri Türkiye’ye pek bir severek akın ettiler!

Bunda 2007 yılında uluslararası finans kurumu Merrill Lynch’ten Erdoğan Hükümeti’nin hazineden sorumlu devlet bakanlığına transfer olan Mehmet Şimşek etkisi oldukça çoktur.

Ama artık gitme vakitleri geldi.

Umarım bundan sonraki dönem; Türkiye’nin Londra tefecilerine yalvarıp borcumuzu biraz daha -hiç olmazsa seçime kadar erteleyin dediğimiz günler geride kalır!

Yine umarım ki; yeniçağın Düyun-u Umumiye’sine yol açan, “aklı kıt” yöneticilerin ülkeyi limitsiz borçlandırdığı dönemler artık bir daha yaşanmaz.

Not: 24 Haziran 2018 seçimleri sonrasına atılan, ciddi ekonomik sorunlar yumağı var.

Siyasî kimlikten ayrı olarak, gerekli uyarıları yapmak bilimsel tarafsızlığım gereğidir, siyasi sonuç ne olursa olsun, seçimle gelen ekibin ilk işi herkesi etkileyecek ekonomik tedbirler almak olacaktır.

Kim kazanırsa kazansın, ekonomik bir program açıklayacağı kesindir.

Ekonomik programlar, biliyorsunuz acı reçeteler içerir.

Temmuz 2018 sonrası, ekonomik olarak çok sıcak geçeceğe benziyor.