Bir grup yerli ve yabancı aydının bulunduğu sohbette, bir Alman tarihçi: “Türk elitleri, niçin tarihlerine yabancı, değerlerine karşı tepkili, geleneklerine karşı aşağılayıcılar? Yalnızca Batılı olduğunu savunanlar değil, muhafazakârlar bile…” diye sorar ve “Elitleriniz, entelektüel seviyede, kusura bakmayın; ama Latin alfabesi kadar Türkler.” diye bitirir konuşmasını.
Latin alfabesinin, Türkçedeki bütün sesleri karşılamadığı, Türk hançeresine uygun olmadığı, bu eksikliği gidermek için birtakım yardımcı işaretlerden faydalandığımız, bir gerçek. Bugünkü Türk aydınları da, Latin alfabesinin Türkçe olması kadar Türk. Entelektüel düzeydeki Alman tarihçinin ifade etmek istediği bundan başka bir şey değil. Aydınlarımız, Türk olarak doğduğu, bu topraktan beslendiği, bu ülkenin coğrafi ve kültürel ikliminden faydalandığı halde niçin kendi tarihlerine karşı tepkili, geleneklerine karşı aşağılayıcı olabiliyorlar? Bunu hiçbir zaman anlayamadım.
Bir Uygur Türkü ile bir Alman subayı hapishanenin aynı koğuşunu paylaşırlar. Uygur Türk’ü, gereksiz konuşmaktan hoşlanmayan ve günde yalnızca birkaç cümle sarf eden Alman’a bir gün “Hitler’i seviyor musun?” diye sorar. Alman, “Nefret ediyorum.” diye cevap verir. Uygur Türk’ü nedenini sorduğunda, “Çünkü başaramadı.” cevabını alır Alman subayından. Demek ki; bir hedefe varamamak veya başarıyı yakalayamamak, kişiye ya da fikre karşı nefreti doğuruyor. Batı kültürünün değer algılamasında “başarı” var. Batı ahlakına göre herhangi bir eylemi başarıyla sonuçlandıran kişi yüce, bunu hazırlayan fikir kutsal; başarısızlığa düşüren kişi ya da fikirler değersiz. Bir Batılı, kendisini yükselten uçağı kutsarken, düşüren aynı uçağı lanetlemekten kaçınmıyor. Bu, onun ahlakının gereği.
Alman tarihçinin, aydınlarımızla ilgili yaptığı çarpıcı tespit, acı bir gerçeğin bir yabancı tarafından seslendirilmesinden başka bir şey değil. Tarihimize yabancı ve tepkili olma, bizde son iki yüz yıldır görülen bir hastalık. Bu hastalık, bize Fransız İhtilali ve Rönesans hareketleri sonrasında sirayet etmeye başladı. Tarihi süreç içersinde yükselişler olduğu kadar düşüşler, mağlubiyetler vardı. Bu olumsuzluklar, hiçbir zaman dışa karşı bir hayranlık doğurmuyordu. Batı ile dirsek teması başladıktan sonra aydınlarımız, yöneticilerimiz, bulundukları toplumdan nefret eder, geçmişine küfreder oldular. Bu garabet, bizi yaraladığı kadar, namuslu Batı entelektüelinin de sorgulamasına, bizimle dalga geçmesine neden olmaktadır.
Başarıya dayalı bir hayranlık, Batı medeniyetinin temel dinamiğidir. Ancak bu, Batı insanını hiçbir zaman mutlu etmemiştir. Batı medeniyeti, azgın bir iştiha ile sürekli bunalım üretmektedir. Batı’da, başarı, mutluluğun temel şartıdır. Başarılı her hareket kutsaldır, başarılı her insan yücedir. Başarı konusu ne olursa olsun, hiç önemi yoktur. Bununun örneğini, Yunan mitolojisinde de görebiliriz, Alman subayının Hitler’e bakış açısında da… Bir Osmanlı aydını olduğu halde, Osmanlı’dan nefret eden Tevfik Fikret, “Promete” adlı şiirinde, “Onlar niçin semada, niçin ben çukurdayım? / Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayayım?.. / Yükselmek asumana ve gülmek, ne tatlı şey!..” dizeleriyle bu hastalıklı ruh halini yüz yıl öncesinde dillendirmekteydi. Tevfik Fikret’in, İslam’daki amentü yerine oğlu Haluk için “Haluk’un Amentüsü”nü yazdığını, daha sonra Haluk’un Amerika’da papaz olduğunu unutmamak gerekir. Kendi değerlerinden uzaklaşmak, başka değerleri kutsamak, onlara hayran olmak sonucunu doğuruyor. Bu, sosyo-psikolojinin yasası.
Aynı tarihlerde Mehmet Akif; yükselmek, yüksek bir medeniyet kurmak için kendi değerlerinden uzaklaşmak gerekmediğini haykırıyordu. Şu dizeler ona ait: “Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını, / Veriniz mesainize hem de son süratini / Sade Garb’ın, yalnız ilmine dönsün yüzünüz / Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız / Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin yalnız.” Mehmet Akif’in tarihimizde dönüm noktası olan Çanakkale Savaşı’nı “Çanakkale Şehitlerine” isimli şiiriyle destanlaştırdığını ve tam bir inanç manzumesi olan “İstiklal Marşı”mızı yazdığını hatırdan çıkarmamak gerek.
Başarı endeksli değer yargılaması, bir Batı hastalığı. Bu hastalık, eğitim sistemimizde kendini etkin şekilde gösteriyor. Bu da mutsuzluğa neden oluyor. Önemli olan, değerlerimizin işlevsel hale getirilmesi, onun içeriğinde mutluluğun aranmasıdır. Kaldı ki, bizim değerlerimiz, yükselmeye engel değildir. Yapılması gereken, Mehmet Akif’in dediği gibi, “mesaimize son süratini” vermektir. Bunun adı, çalışmaktır.
Unutmayalım, “İki günü eşit olan, kayıptadır.”