Laiklik Çıkmazı

109

Dinle devlet işlerinin ayrılığını esas alan siyasi – hukuki ilke olarak tarif edilen laiklik kitabı dinlerin devlet yönetimine müdahalesi dini esas alan devlet yönetimi veya din işlerini devlet yönetimine karıştırmama şeklinde de izah edilebilir.

Daha ziyade batı uygarlığının kendine has fikri ve siyasi gelişimi çevresinde ortaya çıkan laiklik dünyada son bir buçuk asırlık felsefi tutumların kavranabilmesi açısından önemli bir yere sahiptir. Özellikle aydınlanma düşüncesi Fransız ihtilali ve cumhuriyet kavramının laik bir ahlak anlayışıyla olan bağlantısı değerlendirmenin ahlaki boyutlarının ortaya çıkarılmasını zorunlu kılmaktadır. Ayrıca günümüzün siyaset ve toplumsal hareketliliğinde kendini düne nazaran daha büyük çapta hissettiren dini tavır alışlar düşünüldüğünde din ve devlet ilişkilerini düzene koyan laiklik prensibinin felsefi temellerinin doğru bir şekilde anlaşılmasının gerekliliği ortaya çıkar.

Laiklik terimi ilk defa İngiltere’de XVI. Yüzyılda papaz olmayanların da kiliseleri yönetebilmelerini isteyen fikir akımını ifade için kullanılmıştır. Yani din adamı olmayanların dini kurumları ve kuruluşları yönetmeye, yönetime katılma isteğidir. Laiklik ruhbanlığa kilise teşkilatına hatta dini alana ait olmayan manasındadır. Laiklik Fransa’da 1870 yıllarından itibaren kullanılmaya başlamıştır. Din söz konusu olduğunda devletin mutlak tarafsızlığı anlamında irdelenmektedir. Nitekim bu ilk anlamı daha sonra da değişmeyecek ve batı idrakinin temel yaklaşımlarından biri olarak günümüzde de devletin siyasi varlığı üzerinde dini inançların söz konusu olamaması, onun bütün din ve mezhepler karşısında tarafsız tavır alması vicdan ve inanç özgürlüğüne saygı göstermesi şeklinde anlaşılacaktır. Laiklik kavramının bir de eğitime ilişkin temel bir tutuma işaret etmesi söz konusudur ki bu da öğretimin dini bir temele göre ve teolojinin güdümünde yapılmaması prensiptir.

Devlet ve Din işleri değerlendirildiğinde bunların belli başlı iki kategoride düşünülebileceği görülür. Bunlardan ilkinde dinle devlet arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Buna göre devlet ya belirli bir din veya mezhebin esasına göre yönetilir ki buna “TEOKRASİ” adı verilir. Yada belli bir din veya mezhebi destekler, yahut hüküm sürdüğü ülkedeki dini hayatı kontrol ve idare eder. İkinci kategoride ise devlet ve din tam anlamıyla bir birinden ayrılmakta ne devlet dini alana müdahale etmekte nede inançlar devlet işlerinde bir etkide bulunabilmektedir ki buna laik adı verilmektedir.

Farklı uygulamalarında bulunabileceği bir an için gözden uzak tutulursa kavramın özü itibariyle ifade ettiği şey Din ve Devlet işlerinin birbirinden kesin olarak ayrılığıdır. Tabiidir ki bu her iki taraf içinde söz konusudur. Yani hem devlet her türlü din veya kiliseden bağımsız kalacak hem din yada dinler devlet katında serbest olacaktır. İdeal olarak verilen bu tanımın uygulamada tam olarak gerçekleşmesi pek mümkün olmamaktadır. Zira hem devlet, din yada dinlerin kendi alanına karışmaması için tedbirler almak adına bir takım sınırlayıcı düzenlemeler yapabilmekte hem de dini alan toplumda oynadığı ahlaki rol ve kendine ilişkin bir eğitim anlayışı dolayısıyla devletle paylaşmak isteyebileceği bir takım sınırlayıcı düzenlemeler yapabilmekte hem de dini alan toplumda oynadığı ahlaki rol ve kendine ilişkin bir eğitim anlayışı dolayısıyla devletle paylaşmak isteyebileceği bir takım kaygılar taşıyabilmektedir. Nitekim dini alanın kendine has olan ve mahiyet çerçevesinde inanç ve ibadet özgürlüğüne sahip olabilmesi kadar ahlaki anlamda da itibarının korunabilmesi devletin meşgul olacağı işler arasında sayılmalıdır. Ayrıca devletin tarafsızlığı bir kayıtsızlık şeklinde anlaşılırsa farklı inanç sistemleri karşısında takınılması gereken eşitlikçi tavır ve bunlar arasında ki ahenkli bir arada oluşu sağlamak güçleşecektir.

Din ve siyaset ilişkisini inceleyen ikinci görüş dini siyasetin emrine onu adeta araç haline getirerek veren fakat bunu yaparken de yine dini vazgeçilmez faydalılığını vurgulayan bakış açısıdır. Bu bakış açısını paylaştığı düşünülen Makyavel ve Monteskio dinin toplumsal işlevi ve siyasi yararlılığını gündeme getirmekte ve onu idaresine yardımda bulunabilecek tarafıyla değerlendirebilmektedir. Daha ileriye giderek Dinin, Siyasetin hakimiyetine verilmesi gerektiğini savunan HOBBES ise bir Hıristiyan devleti fikri onu devlet adına adeta tüketmektedir.

Karl Marx ve Engels’e toplumsal  ve Ekonomik şartların değiştirilmesiyle tam olarak ortadan kalkması gereken din aslında insanın kendi kendine bir yabancılaşması gereken şeklidir. Karl Marks’a göre Din bir afyondur.

Çağdaş laiklik kavramı açısından en etken olan görüşe göre Dinin mi Siyasete, Siyasetin mi Dine bağlı olması gerektiği sorusu anlamsızdır. Zira bu konuda iki tarafında birbirine nazaran tam bir bağımsızlığı söz konusu olacaktır. Bu görüş her iki alanın birbiri karşısındaki özelliğinin herhangi bir vesayete ihtiyaç duyulmayacak şekilde temellendirilmesini savunan bakış açısıdır.

Devlet ve  Din işlerinin birbirinden tam olarak ayrılması şeklinde düşünülen laikliği bu son görüşten hareketle değerlendirmek kavramının özü bakımından daha uygun olacaktır. Üzerinde durulması gereken bir husus da Laikliğin din açısından ortaya konan bir tutum olduğudur. Laiklik karar ve tasarrufu devletin kendi mahiyeti hakkındaki bir karar ve tasarrufudur. Buna göre herhangi bir dinin değil yalnız devletin Laikliğinden bahsedilebilir ve laikliğin kurumsallaşmasını sağlayacak olan ancak devlettir. Yada vatandaşların devlet açısından ortaya koyabilecekleri bir iradedir. Dini alanın bu tip bir kurumsallaşmayı kabul etmekte zorluklar yaşayabileceği açıktır. Bu yüzden Laikliğin benimsediği ülkelerde devletin bir takım zorlamalarda bulunması normal karşılansa da devletin bunu laiklik adına herhangi bir dini tercihte bulunarak yada bizzat kendi ideolojisini bir din haline getirerek yapması esastır. Devlet adına dini alanın aşırı kontrol altında tutulmasının da tanıma uygun bir laiklik anlayışıyla bağdaşmayacağı bellidir.

Laikliğin milli hakimiyet fikriyle yakın ilgisi onu destekleyici, hatta bir manada onu açıklayıcı rolü bu kavramın Cumhuriyetle ne kadar ilgili olduğunu fark ettirir. Şu halde Cumhuriyet Devletinin Milli hakimiyet ruhunu tam olarak ortaya çıkarabilmesi ve ona uygun bir genel kurumsallaşmayı gerçekleştirebilmesi bazı zorlayıcı tedbirlere baş vurulmasını gerekli kılmış olabilir. Ancak laiklik öncelikle özgürleştirici ve bunun içinde bünyesinde kurumlaştığı toplumun insanlarına sorumluluk ve kişilik kazandırıcı mahiyetiyle düşünülmelidir.

Burada Laikliğin hakim olduğu bir devlet düzenine muhatap yada bu düzeni oluşturan ferde ilişkin olarak nasıl bir ahlakçı anlayışının bulunması gerektiği sorusu akla gelmektedir. Bu aslında bir vatandaşlık ahlakıdır. Söz konusu olan kamusal alandır. Ve laiklik prensibi bu alanı onu herhangi bir inanç ve görüşün dayatmacı kontrolü altında tutan baskın unsurundan ve özellikle de kilisenin tasallutundan kurtarmayı hedeflemektedir.

Fakat laikliğin asıl kendisiyle birlikte anılmasının mutlak gerekli olduğu husus devlet ve sivil toplum ayrımıdır. Zira hem laiklik bu ayrımın getirdiği ahenkli yapının ortaya çıkabilmesi için temel bir prensip hem de bu ayrım onun doğru algılanıp yaşayabilmesi için temel zemindir. Nitekim laiklik üzerine son yıllarda düşünenlerin bu ayırım üzerindeki ısrarları son derece dikkat çekicidir. Modern devletin ilgileri daha çok genel ilgiler ve menfaatlerdir. Bunun karşısında ondan ayrı bir şekilde konumlanan ve içinde bireylerin özel ilgi ve menfaatlerini kollayıp güdebilecekleri sivil bir toplumun varlığı önemlidir. Devletin siyasi topluluğun genel menfaatleriyle meşgulken bireylerin özel menfaatlerine nazaran dış ve üst bir konumda kalması fakat aynı zamanda kendine özel ve özgür gelişim ve girişimlere inşa kabiliyetine sahip sivil bir toplumun oluşmasına imkan sağlaması şarttır.

Bu insanın sahip olduğu haklar bağlamında değerlendirilecek olursa devlet ve sivil toplum arasındaki ayırım söz konusu hakların vatandaşlık hakları ve insan hakları şeklinde ayrılarak değerlendirilmesini gerekli kılar. Vatandaşlık hakları devletin oluşturduğu siyasi topluluğa ait olmaktan doğar ve bu devletin bir üyesi olmakla ilgilidir. İnsan hakları ise fertlerin sivil toplumun üyeleri olmalarından dolayı fark edilen haklardır. Ancak modern bir devlet anlayışıyla fark edilebilecek bu kamusal ve özel alan ayırımı aslında Laikliğin üzerinde tam anlamıyla yeşereceği bir ortamı oluşturmaktadır. Zira Laiklik bir taraftan özerk bir devlet yapısının zorunlu olduğunu düşünürken diğer taraftan bu  devletin saygı duyup  korunmasına ve sağlıkla yaşamasına katkıda bulunacağı bir özel alanı var saymak durumundadır. Bu çerçevede dinde bu özel alana ilişkin görülmektedir. Şu halde devlet insan haklarını ve sivil toplumu tanıyıp gözetmek durumunda olduğundan din özgürlüğünü kabul etmekte ve sağlıklı bir dini yaşayışı da onun zatı yapısına müdahalede bulunmadan koruma altına almış bulunmaktadır.

Buraya kadar anlattıklarımız genelde Avrupa Ülkelerinde görülen ve uygulamaya çalışılan laiklik anlayışıdır.

İslam ülkelerinde laiklik; Türkiye Cumhuriyeti de bir İslam ülkesi olduğu için bu kategori içerisinde değerlendireceğiz.

İslam ülkelerinde laikliğin ortaya çıkışı tarihi gelişimi ve uygulama şekliyle bu konulardaki tartışmalar Laikliğin doğup yayıldığı Batı ülkelerine göre farklılık gösterir. İslam dünyasında dini otorite ile siyasi otorite arasında tarih boyunca batıdakine benzer bir çatışma söz konusu olmadığından 19. yüz yılın başlarından itibaren görülen Laiklik süreci iç dinamiklerden çok dış dinamiklerin ve gelişmelerin etkisiyle başlamıştır. 1. ve 2. dünya savaşlarını takip eden yıllarda İslam toplumlarının bağımsızlıklarını kazanmaları ve ulus, devlet ilişkileri şeklinde yapılanmaları ile birlikte Din – Devlet ilişkileri devletin kimliği ve yönetim şekliyle ilgili tartışmalar canlanmış farklı eğilimler ve fikri oluşumlar ortaya çıkmıştır. Osmanlılar hilafetin dini değil millete bırakılması gereken dünyevi bir mesele olduğunu ifade etmişlerdir. Bazı İslam alimleri de İslam dininin devlet hayatından tamamen uzak tutulması gerektiği fikrini savunmuşlardır.

Bağımsızlıklarını kazanma sürecinde İslam ülkelerinin çoğunda devlet yönetimini elinde bulunduran siyasetçilerin ve Batı eğitimi almış olan entelektüellerin Modernist bir İslam yorumuna sıcak baktıkları veya laik ve milliyetçilik ekseni etrafında bir siyaset üretmeye çaba sarf ettikleri görülür.

Bunun sonucu olarak siyaset hukuk ve eğitim alanlarında Batı modellerini benimseme çabalarıyla birlikte laikleşme süreci de hız kazanmıştır. Genellikle Hukuk ve eğitim alanlarındaki uygulamalar bu alanların dini çevrelerin ve gelenekçi ulemanın elinden çıkarak devletin kontrolüne geçmesi sonucunu doğurmuş bir kısım ülkelerde dini faaliyetler doğrudan devlet tarafından düzenlenmiştir. Anayasalarında devletin Laik olduğu ifade edilen Türkiye, Nijerya ve Senegal ile şeri hukuka dayalı bir yönetim tarafının benimsendiği Suudi Arabistan ve İran bir tarafa bırakılırsa İslam ülkelerinin önemli bir kısmı bu alanda karmaşık ve eklektik bir yapı arz eder. Dini referanslı hükümler içerenlerde dahil İslam ülkelerinin anayasaları ve hukuk sistemleri önemli ölçüde batılı modellere dayanmaktadır. Milli ideolojiler devlet kurumları siyasetçiler ve partilerde genellikle laik eğilimlidir.

Türkiye Cumhuriyeti Laikliği her ne kadar resmen 1937 yılında benimsemişse de  bu gelişmeye yol açan süreç Cumhuriyet öncesine uzanır ve esas itibarıyla  tanzimatın ilanıyla başlar. Gülhane Hatt-ı Hümayununun ilanıyla birlikte hem adli yapıda hem uygulanan konularda önemli değişiklikler yapılmaya başlanmış bu dönemde ticaret, ceza, hukuk ve ceza yargılaması cumhuriyet döneminde de medeni hukuk alanı batılı ve laik bir karaktere bürünmüştür. Şeriye mahkemelerinin kalkması Hilafetin ilgası Tevhid-i Tedrisat kanununun kabulü tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve nihayet 1937 de laikliğin açık biçimde anayasal bir prensip olarak esas teşkilat kanununda yerini alması bu dönemde laiklik istikametinde atılmış önemli adımları oluşturmaktadır. Aynı ilke 1961 ve 1982 Anayasalarında da yerini ve önemini korumuştur. 1982 Anayasası laikliği cumhuriyetin temel ilkelerinden sayarak değiştirilmeyecek ve değiştirilmesi teklif edilmeyecek maddeler arasına almıştır. (mad.4)

Laikliğin en önemli argümanı din ve vicdan hürriyeti sağlaması ve bütün dinlere eşit mesafede bulunmasıdır. 1982 Anayasası bir taraftan herkesin din ve vicdan hürriyetine sahip olduğunu, 14. Madde hükmüne aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenlerin serbest bulunduğuna, din ve ahlak eğitim ve öğretiminin devlet gözetimi ve denetimi altında yapılacağını din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alacağını belirtirken diğer taraftan kimsenin devleti sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasi yada kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemeyeceğini ve kötüye kullanamayacağını hükme bağlamıştır. 24. maddenin göndermede bulunduğu 14. madde ise temel hak ve hürriyetlerin demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılması yasaklamaktadır. Temel hak ve hürriyetlerin durdurulmasını düzenleyen 15. madde ise savaş seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde dahi durdurulamayacak olan temel hakları düzenlerken kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağına da yer vermektedir.

Laiklikle ilgili Anayasada yer alan önemli bir düzenleme Diyanet İşleri başkanlığıyla ilgili olanıdır. 136. madde “idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir.” Hükmünü getirmektedir. Laik bir ülkede Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı zaman zaman eleştiri konusu olmuşsa da din hizmetlerinin cemaatlere bırakılmasının da kendine özgü problemler doğurabileceği konuşmalara yol açacağı ve milli birlik ve bütünlüğü bozabileceği ileri sürülmüştür. Anayasa mahkemesine göre de Hıristiyanlığın aksine toplumsal – kamusal hayatı da düzenleyen İslam Dininin kötüye kullanılması devletin ve laik ilkesinin yok edilmesi sonucunu doğurur. Bu sebeple Diyanet İşleri Başkanlığının anayasal bir kurum yapılması tarihten ve ülke şartlarından süzülen bir sorumluluktur. Ve Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı bir din hizmetleri sınıfının varlığı da anayasaya aykırı değildir.

Yukarıda izaha çalıştığımız İslam ülkelerinde laiklik anlayışı genel olarak anlatmaya çalıştığımız bilgilerdir.

Araştırdığımız ve okuduğumuz kitaplar, ansiklopediler, makaleler, inceleme yazılarının laiklikle ilgili bölümlerinde tarif sadece Din ve Devlet İşlerinin birbiriden ayrılması şeklinde izah edilmektedir. Yani devlet işleri derken devletin yönetim şekli ve müesseseleri akla gelir. Din işleri de insanların inandıkları dinin koyduğu hükümleri noksansız olarak uygulayabilme hürriyettir.

Devletin işleri kanunlarla tayın edilmiş çerçeve içerisinde yürütülmektedir. Devlet yönetiminde dindar insanlar bulunur, buna kimse engel olamaz. Ancak devlet yönetimini şeri hükümlere göre yönetme eğilimine girerse o zaman laiklik ilkesi zarar görür ve buna kimse müsaade etmez. Ama kangren haline gelmiş başörtüsü İslam-i bir inancın gereğidir. Bunu laiklik içerisinde değerlendirmenin hiçbir hukuki tarafı yoktur.

Başörtülü yönetici olsa ve ben devletimi şeri hükümlere göre yöneteceğim derse o zaman laiklik zarar görür yoksa laiklik insanların kafasının dışı ile ilgilenmez. Kafasının içi önemlidir. Başörtülü hanımlar mevcut kanunlara uyan bir yönetim tarzı benimsemişlerse onlar başları örtülü olsa da laik kişilerdir. Ancak yönetimi ellerinde bulundurduklarında artık herkesin başını örteceğiz, kimse başı açık dolaşamayacak gibi tavırlar içerisinde olursa o zaman laiklik anlayışına ve anayasaya aykırı hareket etmiş olurlar. Laiklik anayasanın teminatı altındadır. Ama sadece yönetim biçimi ile teminatı altındadır. “Kimse dini inanç kanaatlerinden dolayı kınanamaz” hükmünü esas alırsak mesele kökten çözümlenmiş olur.

Son olarak yaşanmış fıkra gibi bir olayı anlatarak yazıma son vermek istiyorum.

MHP davasında OFLU HALİL amca tutuklu olarak yargılanmaktadır. O zamanki sıkıyönetim mahkemelerinde tutuklu olan sağcılara laiklik öğretiliyordu. Solculara da İstiklal Marşı.

Mamak’ta komutan Halil Amcayı çağırmış, gel bakalım Halil Amca anlat Laiklik nedir? Halil Amca da dersi hiç dinlemediği için hemen Karadeniz zekası ile “Komutanım kim ki namazını kılar, orucunu tutar Layıktır Cennete. Kim ki bunları yapmaz Layıktır Cehenneme” der.

Türkiye’de Laiklik daha çok tartışılacağa benziyor, çünkü taraf haline getirilmiş Laik olanlar, olmayanlar diye milletimiz bölünmüş. Laiklik gerçek anlamında izah edildiği zaman mesele çözümlenecek kanaatindeyim.

 

Not: Değerli yazar Yaman Arıkan’ın UYANIŞ Yayınevinden çıkardığı Azrail’e Meydan Okuyan İki Türk kitabını mutlaka okuyun.

Tel : 0212-512-16-88