MEVCUT DURUM:
Uzun yıllardır kötü yönetilmemiz, ülke ve dünya gerçekleri dikkate alınmadan uygulanan ciddiyetsiz-sorumsuz ve yanlış politikalar yüzünden ülkemiz maalesef; siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel alanlarda ciddi bir dar boğaz içerisine girmiş ve işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk en büyük sorunumuz haline gelmiştir. Yapılan kamuoyu araştırmaları bu konuların terörden dahi önde bulunduğunu açık olarak göstermektedir. Devletle Milletin arası bozulmuş, sokaktaki insanla varlıklı kesimlerin arasındaki uçurum iç dengeleri bozacak ve sosyal patlamalara neden olacak ölçüde açılmış, uzun yıllardır devam eden enflasyon nedeniyle alım gücü iyice azalarak yoksulluk had safhaya varmış, bölgeler arası uçurumun tetiklediği iç göç nedeniyle büyük şehirlerimizde oluşan gettolar güvenlik güçlerimizce kontrol edilemez bir hale gelmiştir. Büyük süper marketlerin yarattığı haksız rekabet ortamı ve ekonomik kriz nedeniyle küçük esnafın durumu perişandır, siftah yapmadan dükkânını kapatmaktadır. İşçi ve memur ise büyük sıkıntılar içindedir ve geçinemeyecek duruma gelmiştir. Köylü ise sorunları hep göz ardı edildiğinden kan ağlamaktadır. Halkın büyük bir bölümü; ev, araba, ihtiyaç kredileri ve kredi kartı borçları nedeniyle nefes alamaz hale gelmiştir. İcra daireleri insanların evlerine ve eşyalarına dahi el koymaktadır. Devlette, Millette gırtlağına kadar borçludur.
Ülkemiz bu süreçte iyi yönetilmemiş, terör azmış, yolsuzluklar ayyuka çıkmış, halkımızın ağır bir şekilde hissettiği ciddi bir ekonomik krize sürüklenmiş, kalkınmamız için gerekli olan yatırımlar durmuş, üretim-istihdam ve ihracat daralmış, uzun yıllardan beri ithalatın ihracattan fazla olması ve üretip-kazandığımızdan çok harcamamız nedeniyle bütçe büyük oranlarda açık vermiş ve bu açık yüksek faizli iç ve dış borçla kapatılmış, dış borç nedeniyle ulusal politikalarda dahi taviz verilen aciz bir duruma düşülmüş, milli çıkarlarımız adeta rehin alınmış, milli-manevi değerlerimiz aşınmış ve her konuda zemin kaybedilmiştir. Sosyal ve kültürel boyut ihmal edilerek yürütülen IMF politikaları ise; mevcut gerilimi iyice arttırmış, işsizlik ve yoksulluğu hat safhaya getirmiş, gelir dağılımını iyice bozmuş ve Türk Halkını çaresizliğin pençesine itmiştir. Ekonomi ciddi ve büyük ölçekli riskleri içinde barındırır bir konuma gelmiş, sıcak para cenneti haline gelen ülkemiz cari işlemler ve dış ticaret de sürekli açık vermiş ve ödemeler dengesi iyice bozulmuştur. Birçok küçük-orta ve büyük ölçekli milli işletme vergi-devalüasyon-enflasyon ve yüksek faiz kıskacına girerek batmıştır. İthal ikameye bel bağlayarak başta yanlış yapan yerli sermayenin bir kısmı sıkışınca üretmek yerine ranta yönelmiş, bir kısmı da yurt dışına kaçmıştır. Karlı işletmelerimiz ise yabancılar tarafından çok ucuz rakamlara satın alınmış ve zaten tam olgunlaşamayan milli sermaye el değiştirerek emperyalist güçlerin eline geçmeye başlamıştır. Mevcut tabloya hortumlamalarda eklenince, Türk Milleti neredeyse tüm moral değerlerini kaybetmiş, geleceğe dair umutlarını yitirmiş ve sosyal patlamanın eşiğine gelmiştir.
Şimdilik Müslüman-Türk Milleti’nin milli hasletleri ve aile içi dayanışmanın kuvvetli olması nedeniyle sosyal patlama olmamakta, fakat bu durumun ne kadar devam edeceği hiç kimde tarafından kestirilememektedir. Tedbir alınmazsa Arjantin vb. ülkelerde meydana gelen istenmeyen olayların ülkemizde de görülebileceği, yağma ve ayaklanmaların olabileceği ve tüm bunların sonucunda da bizi iç harbe kadar götürebilecek kötü sonuçlar doğabileceği en kötü senaryo dahi olsa öngörülmelidir. Elbette Arjantin gibi ülkelerle Türkiye’nin toplumsal yapıları çok farklıdır. İnsanımız büyük acılara gark olmasına rağmen dünyaya örnek olacak bir özveri ve dayanışma ruhu içinde meselelerini çözme gayreti içindedir ve sabırla devletin alacağı tedbirleri beklemektedir. İnsanımızın aileyi kutsal kabul etmesi, akrabalık bağlarının güçlü olması ve hala kaybetmediğimiz değer yargıları, toplumsal tepkileri şimdilik bastırmaktadır. Ayrıca geleneğimizde devlete biat etme vardır, başkaldırma yoktur. Ancak tedbir almak elzemdir. Çünkü son yıllarda halkımızın dini, ahlaki ve kültürel dokusu bir hayli bozulmuş ve suç oranlarında ürkütücü bir artış baş göstermiştir.
Şimdiye kadar iş başına gelen hükümetler; milli tedbirler almak, yetişmiş insan gücünü harekete geçirmek, yatırımı-üretimi-ihracatı-istihdamı artırıcı tedbirleri devreye sokmak, israfı önleyip iç ve dış borçlanmadan vazgeçerek ciddi tasarruf tedbirleri almak, ülkenin kaynaklarını iyi değerlendirerek hakça paylaştırmak ve halkımızı sosyal güvenlik şemsiyesi altına almaya çalışmak yerine; hem ağır iç ve dış borçlanmayla ülkenin yarınlarını ipotek altına almışlar, hem de ekonominin sorumluluğunun şimdiye kadar hiç bir ülkede başarılı olamayan ve birçok milleti felakete sürükleyen IMF’ye teslim etmişlerdir. Ayrıca özelleştirme adı altında ülkenin ciddi işletmelerini yabancılara satarak milletimizin geleceğini tehlikeye sokmuşlardır. İç ve dış borç 300 milyar dolara yaklaşmış ve milli gelirden kişi başına düşen borç oranı 5000 dolar noktasına gelmiştir. Küresel krizin baş gösterdiği 2009 yılının ilk çeyreğinde Türkiye’nin %13.8 oranında küçülmesiyse mevcut sorunları iyice artırmış ve ekonomide ciddi tedbirler alınmasını zorunlu hale getirmiştir.
Birinci ve ikinci dünya harplerinden sonra perişan olan Almanya ve Japonya’nın şu anda bizi fersah fersah geçtiği, 1960’lı yıllarda Yunanistan ve İspanya gibi bir çok Avrupa Ülkesiyle eşit ekonomik göstergelere sahip olan ülkemizin şimdi 5000 dolar civarında olan milli gelirle onların ortalama 25.000 doları bulan milli gelirine oranla ne kadar geri kaldığı, üzerinde ciddi olarak düşünülmesi ve realist çözümler üretilmesi gereken vahim bir durumdur.
ALINMASI GEREKEN İKTİSADİ TEDBİRLER:
İktisadi kriz ve kurumlar arası kavgadan kaynaklanan siyasi gerilim nedeniyle; devletle halkın arası iyice açılmış ve ciddi bir güven bunalımı yaşanmaya başlamıştır. “Kötü millet yoktur, kötü yönetim vardır” ilkesi asla unutmamalı, devlet kendi halkıyla arasında örülen duvarları tamamen kaldırmalı, kurumlar arası kavgaya son vererek gerçek gündeme geri dönmeli, siyasi istikrarı ivedilikle sağlamalı, daha sonra da mevcut ekonomik krizi aşmak için uygulayacağı realist politikaları belirlemeli, bunları samimi olarak anlatarak Türk Milleti’ni arkasına almalı ve mevcut güven bunalımını aşmalıdır. Çünkü sermaye siyasi istikrarsızlığı sevmez ve gerilim olan ülkede yatırım yapmaz veya mevcut yatırımlarını da alarak kaçar. Dolayısıyla siyasi gerilimler ekonomik krizi daha da tetikler. Hiçbir hükümet gerilim yaratarak bindiği dalı kesmemeli ve ayağına kurşun sıkmamalıdır.
İktisadi istikrarı sağlayacak tedbirler ivedilikle yürürlüğe konmalı; tasarruf her kademede teşvik edilerek mali disiplin sağlanmalı, gelirin neredeyse %80’ne ulaşmış iç ve dış borç yükünü azaltacak öz-kaynaklar yaratılmalı, ülkenin yer altı ve yer üstü zenginlikleri iyi değerlendirilmeli, üretim-ihracat ve istihdamı artırıcı reel politikalar uygulanmalı, artık iflas eden piyasa ekonomisi yerine karma ekonomi uygulanarak yeni bir kalkınma hamlesi başlatılmalı, yatırımlar hızlandırılmalı, yerli sanayi güçlendirilmeli, milli sermaye büyütülmeli, ekonomi güçlendirilerek uluslar arası arenada rekabet edebilir hale getirilmeli ve ekonomide gerekli ciddi tedbirler bir an önce alınarak yapısal dönüşüm gerçekleştirilmelidir. Ayrıca ekonomide belirsizlik yaratan dalgalanmalar önlemeli, bünyemize uymayan dalgalı kur sistemini yeniden değerlendirmeli, sık sık devalüasyon yapmaktan ve para birimini büyütmekten vazgeçilmeli, enflasyon makul rakamlara indirilmeli, faiz hadleri düşürülmeli, teşebbüs gücünün önündeki bürokratik engeller kaldırılmalı, kanuni mevzuat piyasalarla koordine edilerek ihtiyaca göre yeniden düzenlenmeli, yurt dışına kaçan yerli ve yabancı sermayeyi ülkemize getirecek ve mevcut finansman açığını kapatacak yeni düzenlemeler yapılmalı, elektrik-su-doğalgaz ve mazot gibi işletme maliyetini artıran kalemler ucuzlatılarak üretim teşvik edilmeli, vergi reformu hayata geçirilmeli ve vergi oranları makul ölçülere getirilerek kayıt dışı ekonomi denetim ve kontrol altına alınmalı, işveren tarafından verilen sosyal sigorta primleri daha aşağılara çekilerek işletme sahipleri rahatlatılmalı, verimli çalışan işletmelere mevcut vergi ve sosyal güvenlik prim borçlarını ödemede kolaylıklar tanınmalı, mali affın kapsamı genişletilmeli, nereden buldun yasalarıyla sermaye ürkütülmemeli ve dış kaynak getirecek ihracat teşvik ve desteklenmelidir. Sübvansiyonlarda yeniden değerlendirmeli, tarım ve hayvancılıkla beraber KOBİ’ler de desteklenmelidir. Kıt kaynaklar; üretim-istihdam ve ihracatı artıracak reel sektöre ve KOBİ’lere aktarılmalı, ürettiğini satamayan küçük ve orta boy işletmelere ihracat konusunda yardımcı olunmalıdır.
Kısa vadede alınacak bu tedbirlere ilaveten orta ve uzun vadede de; küresel rekabete dayanıklı, tekelciliği önleyen ve rekabet ortamı yaratarak kalkınmayı dinamitleyecek akılcı bir üretim ekonomisi izlenmeli, sermayeyi tabana yaymak için sermaye piyasaları güçlendirilmeli, üretim faktörlerinin verimliliği artırılmalı ve eğitime önem verilerek genç ve dinamik olan nüfusun önü açılmalıdır.
Ancak sosyal devlet olmak ve dar gelirli insanlara kaynak aktararak onların hayat seviyesini yükseltmek içinde vergi gelirleri artırılmalıdır ki, bu yukarıda zikredilen tedbirlerle tezat gibi gözükmektedir. Bu sorun; vergi sistemi kayıtlı, kontrol edilebilir ve şeffaf hale getirilerek çözülmelidir. Yani kayıt dışı ekonomi önlenerek, vergi gelirleri tabana yayılarak ve mükellef sayısı artırılarak ciddi sonuçlar alınabilir. Bunun içinde tüm işletmeler kayıt altına alınmalı, vergi toplamada beyan usulü ve bilgisayar sistemine geçilmeli, gelir vergisi kazanan herkesten adil olarak toplanmalı, 18 yaşına gelen her T.C. Devleti Vatandaşı yılsonunda vergi beyannamesi vermeli, vergi dairelerince herkesin hayat standardı ile beyan ettiği gelir çok iyi denetlenmeli ve böylece sisteme işlerlik ve alışkanlık kazandırılmalıdır. Mevcut durumda sadece kayıt altında olan kişi ve işletmelere yüklenilmekte, yüksek vergi, enerji giderleri ve sigorta pirim oranları ile onlarda batırılarak sistem iyice felç edilmekte ve sermaye hızla yabancıların eline geçmektedir. Devlet gelirlerini; tüm alışverişlerde herkesten aynı seviyede kesilen dolayısıyla fakir-fukaraya yüklenilen KDV ile yani dolaylı vergilerle değil, gerçek vergi gelirleriyle artırmalı, vergi sistemi daha adil bir yapıya kavuşturulmalı, daha sonra da vergi cezaları artırılmalı ve gelişmiş ülkelerde olduğu gibi en önemli suç sayılmalıdır. Vergi gelirlerini artırmak için ilk ev ve arabalardan makul oranda vergi alma, ikinci ve üçüncü ev-arabalar içinse daha yüksek oranlarda vergi alma gibi uygulamalar düşünülmelidir. Böylece hem vergi geliri artacak, hem de kamu vicdanı rahatlayacaktır.
Elbette izlenen bu politikalar sonucunda işsizlik azaltılmalı ve dar gelirli insanlarımızın durumu bir an önce düzeltilmelidir. Sosyal tedbirler de alınarak halkın piyasa ekonomisi kuralları içinde ezilmesi önlenmeli, insanlarımızın tamamı sosyal güvenlik sistemi içine alınmalı, işsizlik ve sağlık sigortası uygulamasına geçilmeli, sigortalı işçi çalıştırılması yaygınlaştırmalı ve asgari ücret artırılarak vergiden muaf tutulmalıdır. Sınır ticareti-tarım-dokuma ve hayvancılık gibi gelir getiren geleneksel ticari hareketler de teşvik edilmeli ve en önemlisi yeni istihdam sahaları yaratılarak insanlar “evi, işi ve aşı olan, karnı tok, sırtı pek” bireyler haline getirilmelidir. Bölgeler arası uçurum da giderilmeli, sınai tesislerin aynı bölgelerde yoğunlaşması önlenmeli ve topyekûn kalkınma için çareler üretilerek insanların kendi bölgelerinde refah ve huzur içinde yaşamaları sağlanmalıdır. Meslek liseleri, yüksek okullar ve fakülteler; esnaf, ticaret ve sanayi odalarıyla koordine edilerek piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda eğitim vermelidir. Ayrıca yatılı sanat okulları kurulur ve buralardan mezun olan insanlar işletmelerin ihtiyacı olan işlere girerlerse; bu okullar hem istihdama, hem de ekonomik kalkınmaya büyük oranda katkı sağlamış olacaklardır.
Atatürk’ün dediği gibi “Tam bağımsızlık, ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.” Kalkınmanın ancak milli politikalarla başarılabileceği bilinmeli ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında yaşadığımız kapitülasyonlar da asla unutulmadan, küreselleşme-globalleşme adı altında yürütülen emperyalizme karşı her türlü koruyucu tedbir alınmalıdır. Ülkemizin kalkınması için önemli olan yabancı sermaye girişine ise, bizi sömürge yapmayacak ve iç piyasayı tamamen öldürmeyecek ciddi tedbirler alındıktan sonra, sadece üretim ve istihdamı artıracak reel sektörde izin verilmelidir. Ekonomimiz bu kadar kötüyken yabancı sermayeye; mülkiyet sahibi olma, yerli ortak olmaksızın yatırım yapma ve belediye ihalelerine girme de dahil her türlü özgürlüğü vermenin, bizi kendi vatanımızda parya yapacağı asla unutulmamalıdır. Üzerinde tartışılması gereken tahkim yasasıyla büyük ödün verdiğimiz yabancı sermaye, Türk Mahkemelerince yargılanmayı dahi kabul etmeyerek herkesi ürkütmüştür. Özelleştirmeler aslında halkın malı olan mevcut KİT’lerin daha verimli işletilmesini sağlamalı, değerinin çok altında rakamlarla yabancılara peşkeş çekerek veya zenginlere kıyak geçerek değil de, çok dikkatli ve şeffaf bir şekilde aynı zamanda da üretim ve istihdamı artıracak bir zihniyetle yapılmalıdır. Özelleştirmelerde yerli sermayeye öncelik verilmeli, stratejik önemi olan işletmeler korunmalı ve ilerde kontrol etmekte büyük güçlük çekeceğimiz yabancı sermayeye daha ihtiyatlı yaklaşılmalıdır. Stratejik değeri olan petrol, bor, uranyum, toryum, altın vb. yer altı zenginlikleri ile, PETKİM-TÜPRAŞ-TELEKOM gibi önemli KİT’ler devlet tarafından işletilmeye devam edilmelidir. Böyle devam edilirse ülkemizin ciddi işletmeleri ve dolayısıyla sermayenin önemli bir bölümü yabancıların eline geçebilecek ve ALLAH korusun ülkemizde de Lübnan, Filistin ve Irak’ta görülen ve bölünmeyle sonuçlanan üzücü hadiseler yaşanabilecektir. Çünkü yabancı sermaye ülkemize üretim yapmak ve istihdam yaratmak için gelmemekte, kolay yoldan rant elde etmek ve en çok da gayrimenkul satın almak için gelmektedir. Hazine arazileri de dahil olmak üzere yabancılara toprak satmak çok tehlikelidir. Sadece mütekabiliyet esasına göre belirli bölgelerde; işlettikleri fabrikalar ve ikamet ettikleri evlerin kullanım hakkı verilmelidir. Bu da belirli bir oranı geçmemelidir. Son yıllarda birçok banka yabancıların eline geçmiştir ve halkımızın bir kısmının gayrimenkulleri üzerinde çeşitli kredi borçları nedeniyle bu bankaların rehin ve ipoteği bulunmaktadır. Kısa bir süre sonra borçlarını ödeyemeyenlerin gayrimenkulleri yabancı bankaların eline geçecektir. Bankalardan kredi kullanan birçok ciddi işletmelerimiz de aynı tehdit altındadır. Yani ülkemiz daha önce de Osmanlı İmparatorluğu döneminde de yabancılar tarafından uygulanan parayla satın alınma sürecine girmiştir. Bu gidişat çok tehlikelidir. Bunun içinde diğer gelişmiş ülkelerde olduğu gibi SGK (sosyal güvenlik kurumu) tarafından; ülkemizin gelir getiren ve özelleştirilmesi öngörülen ciddi işletmeleri satın alınmalı ve işletilmeli, böylece bir ülkenin en büyük tasarruf gücü olan emeklilik kesintilerinin ciddi sermaye gücünden yeterince faydalanılmalıdır. Böylece halkımızın tamamına yakını ciddi işletmelere ortak edilmiş yani sermaye tabana yayılmış, böylece milletin ülkesine daha fazla sahip olması da sağlanmış olacaktır. Tabi öncelikle SGK’nun mevcut sıkıntıları giderilmeli, desteklenmeden ayakta duracak hale getirilmeli ve daha sonra da bünyesinde faaliyet gösteren işletmelerin piyasa kurallarına göre ve profesyonel olarak işletilmesi yani kara geçmeleri sağlanmalıdır.
İç ve dış borç yükünü azaltmak ve krizden çıkmak için; milletçe lüks alışkanlıklarımızdan vazgeçerek tasarrufa yönelmeli, tüketen değil, üreten bir toplum olmak için hep birlikte gayret göstermeliyiz. Sermaye sahipleri ise hemen pes ederek firmalarını satılığa çıkarmak yerine, işçileriyle el ele vererek mevcut krizi aşmalı ve ayakta kalmalıdır. Devlet ise; yeni dış borç bulmak için çabalamak ve iyice batmak yerine, öz kaynaklarına gitmeli ve ülkenin mevcut yeraltı ve yer üstü zenginliklerinden azami istifade etmelidir. Dünya rezervlerinin %68’ne sahip olduğumuz ve büyük bölümünü Amerika’ya ihraç ettiğimiz için sadece %2 pay aldığımız bor madenini kendimiz işletebiliriz. Dünyanın en büyük altın işleyen ülkelerinden biri olmamız nedeniyle ihtiyacımızın büyük bölümün Almanya ve diğer bazı ülkelerden karşılamaktayız. MTA tarafından tespit edilen geniş altın rezervlerine sahip olduğumuz halde emperyalist güçler tarafından engellendiğimiz için bir türlü yerin altından çıkartamamaktayız. Bu önemli madeni de dış destekli bazı eylemleri de dikkate almada çıkartmalı ve dışarıdan ithal etmemeliyiz. Yıllardır üzerinde yüzdüğümüz petrolü ve doğalgazı hiçbir dış baskıya boyun eğmeden yeraltından çıkartmalı ve boru hattı projelerini de hayata geçirerek, ithalatımızın neredeyse yarısını tutan bu önemli hammaddeyi ihraç eder konuma gelmeliyiz. Yabancı destekli sivil toplum örgütlerine kulaklarımızı kapayarak gelişmiş ülkelerin tümünde olan nükleer santraller inşa etmek de dâhil daha fazla ve ucuz enerji elde etmenin yollarını aramalı ve akarsu-rüzgâr-güneş gibi imkânlarımızı da bu sektörde değerlendirerek yurtdışından enerji alımını asgari seviyeye indirmeliyiz. Ev ve işyerlerinin üzerine konulan panellerle ihtiyacı olan elektriği üretmesini de teşvik ve desteklemeliyiz.
Mafya tarafından parsellenen hazine arazileri ve gereksiz taşınmazların satışından da devlet ciddi oranlarda gelir elde edebilir. Halk tarafından 2B olarak bilinen yasa bir an önce çıkartılmalı ve gerçekten orman vasfını yitirmiş ve kamu tarafından kullanılmayan araziler milli emlak müdürlükleri tarafından piyasa fiyatlarından satılmalıdır. Üzerinde kaçak olarak gayrimenkul yapılanlar veya tarıma açılanlarda; belediyelerin imar planlarına uygun olmak kaydıyla öncelikle kullanan şahıslara gerekirse vadeli olarak satılmalıdır. Zaten öyle yerler vardır ki; devlet tarafından kaymakam atanmış, belediye başkanı- muhtar seçimleri yaptırılmış, elektrik-su-doğal gaz hizmeti götürülmüş, yani uzun süredir ciddi bir şekilde yerleşime açılmış, fakat hala kadastro haritalarında hazine arazisi veya orman arazisi gözüküyor. Bu komik duruma son verilmelidir. Elbette bu konu parsadan kim pay alacak kavgasına dönüştürülmeden ve hazine arazileri yağmalanmadan devlet ciddiyetiyle yapılmalıdır.
Askerlik hizmetinin kutsiyetini bozan ve adil olmayan kısa dönem askerlik, dövizli askerlik vb. gibi uygulamalar yerine; 15 aylık sürenin NATO standardı olan 12 aya indirilmesi, hem aileleri ve gençleri büyük ölçüde rahatlatacak, hem de büyük ölçüde tasarruf sağlayacaktır.
Elbette Türk Milleti kemer sıkarken ve büyük bir yokluk içinde kıvranırken, hükümetlerinde her türlü tasarruf önlemini ivedilikle alması ve halka örnek olması gerekmektedir. Tüm kamu harcamaları holdinglerin bile uyguladığı havuz sistemiyle kontrol edilebilir. Taşınmazlar, lojmanlar, sosyal tesisler vb. birçok yerden ciddi oranlarda tasarruf sağlanabilir. Bir bakanlığın elinde kaynak fazlası varken, diğer bakanlığın iç ve dış borçlanma yapması kamuoyu tarafından anlaşılması güç ve birilerinin devlet eliyle zenginleştirilmek istendiği endişesini doğuran bir durumdur. Artık iç ve dış borçlanmanın tamamen durdurulması ve mevcutların da uzun vadeye yayılarak ödenmesi gerekmektedir. Ayrıca borçlanma konusunda şeffaf olunması ve özellikle iç borcun kimlere olduğunun ve bunlara her yıl ne kadar kaynak aktarıldığının açıklanması da elzemdir. Türk Milleti’nin dişinden tırnağından artırdığı paraların kimlere gittiğini öğrenmesi ve hesap sorması hükümetlerin işini daha da kolaylaştıracaktır. Böylece bazı kesimlerin üzerine daha rahat gidilebilecek ve mevcut iç borçtan bazı kişi ve gruplarının vergi ve sigorta gibi devlet borçları düşülebilecektir. Hatta daha da geriye gidilerek, devletten çok uygun şartlarla yatırım yapmak için aldığı krediyi bu maksatla kullanmayarak yine devlete borç veren ve haksız gelir elde eden uyanıkların borçlarından, yargı yoluyla kurtulabilinecek ve tüm bu tedbirlerle iç borç yükü hafifletecektir. Ayrıca şeffaf bir Devlet İhale Kanununa geçilerek yolsuzluk, rüşvet ve hortumlama ile ciddi bir şekilde mücadele edilmeli ve bu yolla sağlanan rantın devletin kasasına dönmesi sağlanmalıdır. Büyük kitleleri demoralize eden yolsuzluk ve hortumlamalara karşı da her türlü tedbir kararlılıkla alınmalı ve bu konuda halk rahatlatılmalıdır.
Devletin her kademesindeki yöneticiler maddi ve manevi açıdan tatmin edilmelidir. Çünkü yönetici kadronun tatmin edilmesiyle ihtiyaç duyulan motivasyon sağlanacak ve hem bu personel hem de mahiyetleri daha verimli çalışacaktır. Ayrıca maddi açıdan tatmin edilen yönetici rüşvet yemeyecek, dolayısıyla mahiyetine de yedirmeyecektir. Böylece daha nitelikli ve nicelikli personelin kamuda istihdam edilmesi sağlanacak ve devlet mekanizması güçlenerek birçok siyasi, iktisadi-sosyal sorunun kendiliğinden çözüldü görülecektir. Elbette en büyük problem sahası olan yolsuzlukla “Devletin imkânlarının halka değil de küçük bir azınlık gruba gitmesi” mücadele konusunda da önemli mesafeler alınacaktır.
Yukarıda zikredilen çözüm yolları ortak akılla ve gayret birliğiyle çalışılırsa daha da artırılabilir ve mevcut iktisadi sıkıntılar büyük ölçüde aşılabilir. Bir milyar dolar için yabancı devlet ve kurumlara avuç açmamıza ve borçlanarak IMF’ye boyun eğmemize de gerek kalmaz. Türk Halkına da gelişmiş ülkelerin insanlarına sunduğu devlet hizmeti sunulabilir. Bütün olay iyi niyetle çalışmak ve samimi olarak gayret göstermektir. Bu önlemlerin hayata geçirilmesi Türk Milletini karamsarlıktan kurtaracak ve devletine güvenmesini de sağlayacaktır. Yeter ki devletin tüm kurum ve kuruluşlarıyla, milletin tüm kesimleri meseleye birlikte eğilsin. Bunun içinde hükümet mevcut iktisadi krizi; muhalefet partileri, üniversiteler, sanayi-ticaret-esnaf odalarının temsilcileriyle ilgili sivil toplum kuruluşlarını kapsayan İzmir İktisat Kongresi gibi geniş bir platformda masaya yatırmalı ve ortaya çıkan çözüm yollarını büyük bir ciddiyetle hayata geçirilmelidir.
SONUÇ:
Sonuç itibariyle geldiğimiz nokta vahimdir. Alınması gereken ekonomik önlemleri, siyasi ve sosyal tedbirlerden ayırmak imkânsızdır. Türk Milleti dünyanın en güzel ve verimli coğrafyasında en zor olana, yani terör ve sefalete mahkûm edilmektedir. T.C. Devleti ise 1914 şartlarına benzer karanlık bir ortama sürüklenmekte ve hem içerden hem de dışarıdan kuşatma altına alınmaktadır. 1000 yıldır sevgiyle yoğurduğumuz kardeşliğimiz zedelenmekte, milli ve manevi değerlerimiz tahrip edilmekte, asırlardan beri sahip olduğumuz varlıklarımız peşkeş çekilmektedir. Devletle-Milletin arası birlik ve dirliği bozacak seviyede açılmış ve hiç bitmeyen Kürt-Türk, Alevi-Sünni, İrtica, Laiklik, Başörtüsü kavgalarıyla halk bezdirilmiştir. Kurumlar arası kavga da mevcut gerilimi iyice artırmıştır. Halbuki iç ve dış konjonktür; kurumların uyum içinde büyük bir ciddiyetle çalışmasını, devletle milletin barışmasını ve milletin devletin arkasında olmasını gerektirmektedir.
Meselenin çözümü için milli politikalara ve kendi iç dinamiklerimize ihtiyacımız vardır. Kalkınma ancak; o ülkenin tüm maddi ve manevi kaynaklarının en verimli şekilde kullanılması ile mümkün olacaktır. Amaç; üretim-istihdam ve ihracatın artırılarak milli ekonominin büyütülmesi, kalkınma hamlesinin hızlandırılması, muasır medeniyet seviyesinin yakalanması ve sonucunda da hakça paylaşılarak; refah-huzur ve güvenliğin sağlanması olmalıdır. Milli menfaatlerimizden taviz verilerek Türk Milleti’ ni Emperyalist Ülkelerin ve Uluslararası Sermayenin uşağı yapmak değil.
Hükümet olmak kolay değildir. Bu konuları ekonominin yönetimi teslim edilen IMF ile yıllardır içine girmek için uğraştığımız AB ve sözde stratejik ortağımız ABD düşünmeyecektir. Oturulan o yüce koltuklar ve kullanılan devlet imkânları çözüm üretmek, çare bulmak içindir. Devlet erkanı; Şeyh Edibali’nin “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” Atasözüne uygun davranmalı, Yunus’un “Yaratılanı sev Yaratandan ötürü” sözlerinin idrakinde olmalı, kubbede hoş seda bırakmak ve hayırla yad edilmek için “Halka Hizmet, Hakk’a Hizmet” anlayışıyla hareket etmeli, milletle el-ele, omuz-omuza vererek tüm zorlukları aşmalı ve birikmiş tüm meseleleri çözmelidir.
Asya-Avrupa ve Afrika gibi üç kıtanın kesiştiği önemli bir kavşakta yer alan ve coğrafyasıyla büyük bir jeo-stratejik ve jeo-politik değere sahip bulunan ülkemiz konumu itibariyle; tüm dünya milletleri ile ticaret yapma ve ekonomik işbirliğine girme avantajına sahiptir. Yani Türkiye iktisadi bir cazibe merkezidir. Dini ve kültürel bağlarımız nedeniyle çeşitli organizasyonlarda işbirliği içinde olduğumuz Türk Dünyası ve İslam Alemi, Asyalı olduğumuz için irtibatımız bulunan Rusya-Çin ve Hindistan gibi Ülkeler, üyesi olduğumuz AB Ülkeleri, NATO müttefikimiz ABD ile ekonomik ilişkilerimiz devam etmektedir. Türkiye gelişmiş ülkeler içinde 17. sıradadır. Hepimiz ümitvar olmalı, millet olarak titreyip kendimize gelmeli, içinde bulunduğumuz aşağılık kompleksinden bir an önce çıkarak özgüvenimizi yeniden kazanmalı, gayret birliği içinde çok çalışmalı, ortak aklı harekete geçirerek kalkınma seferberliği başlatmalı, ilim ve bilime her şeyden çok önem vermeli, gelecek nesillerimizi iyi yetiştirmeli, milli ve manevi değerlerimizi unutmamalı, birlik ve dirliğimiz üzerinde titremeli ve ülkemizin aydınlık geleceğine gönülden inanmalıyız.