Kur’an medeniyetinin esasları müspet, olumlu ve yapıcıdır. Saadet ve mutluluk çarkı, beş müspet esas ve temel üzere döner:
Dayanak noktası: Kuvvete bedel haktır. Hakkın gereği ise, daima adalet, denklik ve eşitliktir. Bu durumda her türlü şikâyet, bela ve sıkıntılar zail olup, yok olur gider. Böylece selâmet ve esenlik kendini gösterir.
Hedefinde menfaat ve çıkar yerine fazilet ve erdemli oluş vardır. Fazilet ve erdemliliğin gereği, isteği, olmasını icap ettiren husus ise, muhabbet ve sevgidir. Tecazüp / birbirini çekme yani dayanışma, yekdiğerine destek, yerinde ve zamanında yardım etmektir. İşte saadet ve mutluluk ancak bütün bunlardan sonra meydana gelir. Düşmanlık zail olur gider, arada kin ve nefret kalmaz.
Hayattaki düstur, prensip ve ilkesi; cidal, mücadele, savaş ve kıtal yerine yardımlaşma prensibidir. O düstur ve ilkenin gereği / yapılmasını istediği husus ise, ittihat / birlik ve beraberlik, tesanüt / dayanışma / birbirine sırt vermektir. Çünkü toplum; bütün bunlarla hayatlanır, canlanır, ayağa kalkar.
Hizmet sureti / şekli ise, heva-heves yerine hidayet yolu, yani Allahın rızasına uygun inanç ve yaşayış şeklini seçmek ve gereğini yerine getirmektir. O hüdanın / o yolun bizlerden istediği husus ise, insana lâyık ve uygun tarzda terakkî / ilerleme, yükseliş ve refahet yani rahatlık ve bolluk içinde yüzmektir. Kısaca, ruha lâzım surette nurlanma, aydınlanma, tekâmül / gelişme ve olgunlaşmadır.
Oysa, günümüz medeniyetinin bir gereği olan unsuriyet / ırkçılık denen menfî milliyet; kitleler arasındaki vahdet cihetini / birlik yönünü tard eder / kovar. Buna karşı koymanın yolu; onun yerine din, vatan, sınıf rabıta ve bağlarını, iman ve inanç kardeşliğini koymak ve korumakla mümkündür. Şu rabıta ve bağların gereği / yaptırımı ise, samimî / içten bir uhuvvet ve kardeşliği ne pahasına olursa olsun, mutlaka gerçekleştirmektir.
Umumî / genel bir selâmet için, silâhı ancak hariçten / dıştan bir tecavüz ve saldırı vâki olduğunda kullanmak; ancak o zaman müdafaa ve savunmaya geçmek lâzımdır.
İşte bütün bunlardan ötürü, şimdiye kadar İslâmlar; kendi tercih ve seçmelerinin bir gereği olarak; menfî görünümlü günümüz Batı medeniyetine karşı soğuk davranmışlar, ondan uzak durmayı yeğlemişlerdir. Çünkü şimdiki menfî medeniyet onlara yaramamış. Hem de onları, müthiş bir esarete mahkûm etmiştir.
Nitekim bu medeniyet; insanlara tiryak / ilaç iken zehir olmuş. Yüzde seksenini meşakkate, belâ ve sıkıntıya sokmuş. Yüzde onunu sahte süslü, yalancı yaldız ile süslenmiş, sözde bir saadet ve mutluluğa çıkarmış. Diğer onunu ortada bırakmış. Çaresiz, huzursuz ve kararsız etmiş.
Gelen ticarî kazançlar; azın azı olan zalimlerin olmuş! Lâkin saadet odur ki: Saadet bütüne ola. En azından çoğunluğa isabet ede. Hâlbuki insanlara rahmet olarak inen Kur’an’ın kabul ettiği medeniyet anlayışında: Ya umuma, ya da eksere / çoğunluğa veriyora saadet; işte odur medeniyet.
Şimdiki medeniyet tarzında; heva ve heves yani boş ve yersiz istekleri yerine getirmek tamamen serbest! Heva, heves ve boş istekler tam bir hürriyet içinde. Aslında hayvanî bir hürriyet almış başını gidiyor!
İnsanlara hevesleri tahakküm eder, hükmeder olmuş! Âdeta, heva ve gayri meşru istekler; insanlara karşı müstebit bir hâl almışlar!
Zarurî / zorunlu olmayan ihtiyaçlar, zorunlu ihtiyaçlar hükmüne geçmiş. İnsanlardan rahat ve huzuru izale etmiş / gidermiş!
Nitekim bedavette / bedevilikte ve göçebelikte bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç etmiş / gereksinim duyurmuş, fakir etmiştir. Doğru yoldan kazanılan para; masrafları karşılamaya kifayet etmez, kâfi gelmez ve ihtiyaçları sağlamaya yetmez olmuştur! Bu durum insanları; helâl yollardan elde edemediğini, haram yollardan edinmeye sevketmiştir. Ferdi, hem ahlâksız hem de fakir duruma düşürmüştür. İşte bu yüzden İslam dünyası habis, alçak ve pis olan menfî medeniyete karşı uzak durmuş, ona soğuk davranmıştır. Çünkü Kur’an, insana; kimseye muhtaç olmamayı ve kimseye karşı minnet duyacak bir duruma düşmemeyi de telkîn edip aşılamaktadır.