Küllük’ün Küle Bulaşması

88

 

İstanbul’a ilk gelişim daha sekiz yaşında1953 yılında oldu. İlk mektepte okuyorum. Kilis Kartalbey İlkokulu’nda başöğretmenimiz Kemal Devrimci birkaç sahifelik minik bir defter şeklindeki öğrenci kimliğini imzalayınca iskontolu biletle Gaziantep Narlıca Tren İstasyonu’ndan Haydarpaşa’ya ailemle birlikte üç gün iki gecede vardık.

İstanbul’da akrabalarımız vardı. Eyüp’te, Kadırga’da, Çemberlitaş’ta, Kısıklı’da, Beşiktaş Akaretler’de onların yanında konuk olurduk. Nereye gidersek gidelim Beyazıd’dan geçmek durumunda kalır, tramvaylara binerdik. Beyazıd tramvayların ilk durağıydı. Meydanda fiskıyeli bir havuz vardı. Etrafta bol güvercin olurdu. Onlara yem satın alır atardık. Ailemle birlikte İstanbul’u gezmekten de geri kalmazdık. İstanbul’un Fethi’nin 500. Yıldönümü etkinlikleri yapıldı o yıl. Şenlikler başlamıştı. Her taraf aşırı kalabalıktı. Beyazıt Meydanı’nda babam beni omzuna alarak gösteri yapan Mehter Takımı’nı izlettirdi. Aman ne hoşuma gitmişti, keyiflenmiştim. İlk defa mehter görmüş, babamın omuzundan hiç inmek istememiştim.

ÜÇ KIRAATHANE

Yorulunca Beyazıd Camii’nin her iki yanındaki çay bahçelerinde otururduk. Babam sigarasını içer, ben ise Çamlıca gazozunu yudumlardım. Yine meydanda Marmara Sineması’nın yanındaki kahvede de oturup dinlendiğimizi hatırlıyorum. Bir de babamın “Buralarda hep ünlü alim kişiler gelir oturur, çoğu meşhurdur. Şu karşısı üniversite, hocaları da buraya gelirler.” dediğini. Sonra bir şeyi de ihmal etmezdi “İnşallah sen de oku, bu üniversiteye gir, bu hocaların talebesi ol.” Çoğu şık insanlardı babamın işaret ettiği kişilerin; gıcır gıcır elbiseli, temiz gömlekli, kravatlı, ayakkabıları boyalı, yüzleri tıraşlı.

Her sene tatil için İstanbul’a geliyorduk orta mektep yıllarına kadar. Tramvayların numarasını öğrenmiştim. Misafir olduğumuz eve rahatlıkla tek başıma Beyazıd’dan gidip gelebiliyordum. Ancak babam ile birlikte oturduğumuz o kahvelere tek başıma hiç oturmadım. Taki 1960’lı yıllarda Vefa Lisesine kaydolana kadar. Fakat Beyazıd Camii’nin iki yanındaki kahveler eskisi gibi kalabalıklar taşımıyordu. Oturanlar ise daha çok taşradan gelmiş insanlardı. Giysileri fukaralığa yakın kimseler olduğunu kopya veriyordu. Babam iş aramak için bunların İstanbul’a geldiğini belirtmişti. İsimlerini de öğrenmiştim bu iki kıraathanenin Çınaraltı ve Küllük. Ya ötekisi? O’nun adı Marmara Kıraathanesi idi. Daha sonra burasına da hem Marmara, hem Küllük kıraathanesi dendiğini gördüm.

HİPPİLERİNDE HOCASI

Okulumuza ve daha sonra üniversitemize yakın olduğu için hem sinemasına, hem kıraathanesine gidiyordum. O zaman için isimlerini öğrendiğim, yazılarını okuduğum insanları burada görüyordum. Necip Fazıl, Ali İhsan Yurt, Tarık Buğra, Sezai Karakoç, Erol Güngör, Mehmet Şevket Eygi, Vecdi Bürün, Nizamettin Nazif, Ziya Nur Aksun, Ziya Uygur,Sinan Omur, Muhittin Nalbantoğlu, Üstün İnanç’ı hatırlıyorum.Bazan da “Bak şu karşı masada oturan falan” dediklerinde “Ya öyle mi?. ” diye taaccüp ediyor, hayretler içinde kalıyordum böyle bir tesadüfü tanışmaktan. Mutlu oluyordum. Çok da sivil polis geldiklerini anlatırlardı. Dolayısıyla tedirginlik de olmaz değildi. En kalabalık, iri yarı olan ve kendine has kıyafetler giyen Hacı Muzafer Ozak’ın masası olurdu. Çoğu da hippi turistlerdi bu masanın müdavimleri. İngilizce konuşurlardı, Hoca onlara islamiyeti anlatırmış. Birara Ozak Hoca Marmara’da görünmemiş ötekilerin anlattığına göre, hippilerin daveti ile Amerika’ya gitmiş. Bir kilisede islamiyeti anlatmış. Rahibin biri “Muzaffer hoca, kilisemizde bize islamı anlattınız. Peki biz sizin camilerinizde hristiyanlığı ne zaman anlatacağız?” diye sormuş. Muzaffer Hoca’nın verdiği cevabı duyunca bayıldım, bittim bu Hacı Ozak’a. Demiş ki “Biz Hazreti İsa’yı hak peygamber olarak bilir ve sayarız. Siz de ne zaman Hazreti Muhammed’in hak ve son peygamber olarak tanırsanız camilerimizin kapısı sizlere açıktır. Neden olmasın?”

MARMARA KIRAATHANESİ

Artık hiç bir sohbetini kaçırmadığım Hacı Muzaffer Ozak hocam olmuştu. Üniversite yıllarımda Marmara Kıraathanesi benim ikinci mektebim, akademim, gazetem, dergim, yorum kaynağım, bilgi merkezim, tartışmaların nasıl olacağını öğrendiğim akademim, sukuneti ve harareti gerektiği kadar muhafaza etmenin belletildiği yol, muhit edindiğim bir sosyete, ilk defa duyduğum tarih, siyaset, aktüalite, kültür, sanat, medeniyet, fikir  alışverişinin yapıldığı bir yeni gün, dinleme, konuşma, sabır, birlikte olma özelliklerinin kuşatıldığı mekan, tanış ve biliş olmanın kesiştiği yerdi. Ama sessizdim, ama hep dinleyiciydim. Mensubu olduğum ekoldeki ağabeylerim zaman zaman bana kızsalarda Marmara’nın hem sinemasına , hem kıraathanesine kaçamak yapıyordum. İyiki de yapmışım. Fransız Catrine Deneve ‘nın baş rol oynadığı Chesbourg’un Şemsiyeleri keşke yeniden vizyona girse.

Gazetecilik mesleğine intisap edince bütün bunların öyle bir faydasını gördüm ki, bir akademi daha bitirmiş gibiydim. Bunları biraz da Mehmet Niyazi Özdemir’in Dahiler ve Deliler’ini okuduktan sonra farkettim. Ahmet Güner Elgin Ustamızın yazdıkları ve anlattıklarıyla pekiştirdim. Arkadaşlarımızın çektiği TRT belgeseli tümünü gün yüzüne çıkardı. Dr. Necmettin Turinay ile öyle değerlendirmeler yapıyorduk ki bir şanslı nesil olduğumuzu anladık.

BABİALİ YAŞIYOR MU?

Bütün bunlar Basın İlan Kurumu ile ESKADER’in ortak bir etkinliği olan “Dünden Bugüne Babıali” konulu panel dolayısıyla hatırıma geldi. Engin Köklüçınar yönetti paneli, bendeniz, Gürbüz Azak, Üstün İnanç, Ethem Çalışkan, Ergun Hiçyılmaz görüşlerimizi açıkladık eski Düyunu Umumiye binası İstanbul Erkek Lisesi’nde. 24 Temmuz Basın Bayramı dolayısıyla gerçekleşetirilen etkinlikte proğramın adı Babıali Yaşıyor’du. Daha doğrusu kamusal cerrahi müdahelelerle diri tutulmaya çalışılıyordu senede bir gün. Gelgelelim Marmara Kıraathanesi yoktu artık, Küllük yoktu, Çınaraltı yoktu, dolayısıyla Babıali de yoktu artık. Babıali’de turizm vardı, turist vardı, tramvay vardı, tarih vardı sadece.

Benim bir başka proğramım daha vardı. Konuşmamı erken yaptım. Dedim ki, üç beş anektod anlattıktan sonra; Türk Dili’ne sahip çıkılmalıdır. Yozlaşmayamani olunmalıdır. Bir de örnek verdim.

Türk medyası NATO ve AB diliyle Güneydoğu Avrupa Ülkeleri dememeli, Balkan denir tek kelime ile. Naylon basın eğer yayınını ya yayımlandığı bölge gazetesi, yahut bir uzmanlık dalı (turizm, ekonomi, şehir haberleri, tarih, spor)biçiminde gerçekleşdirirse yine aynı ilanı alır ve üstelik daha itibarlı olur. Böyle gitmesi mümkün değil. Üstelik günümüzde medya patronları gazetelerini lokomotif olarak kullanıyor, vagonlarını holdingin öteki sektörlerine(otomotiv, inşaat, tekstil, turizm. vs)  hizmet için hazır tutuyor. Yaklaşık aynı nüfusa sahip olduğumuz Japonya’da tek bir gazete 14 milyon satarken, bu rakam Türkiye’de bütün gazeteler için 4.5 milyon maalesef!.  1960’lı yıllarda ise nüfusumuz 27 milyon iken, gazete satışları 3.5 milyondu. ABD’de bir kitap genelde 2-3 milyon basıyor, bizde ise sadece bin adet! Orada da bilgisayar var, internet var, dijital yayıncılık var, metro var, ama okuyucu yayınına sahip çıkıyor. İhtiyaç hissediyor. Sendikacılık, artık sol görüşlü patron ve gazetelerde bile hak getire.

MİLLİYET VE TERCÜMAN İLE SABAH’TAN ÜÇ DERS

Fikir çıtası etekleri havalandırıyor. Yıllar önce birlikte gazeteci arkadaşlarla Cağaloğlu’ndan Kadıköy Vapuru için Babıali yokuşundan Eminönü’ne iniyorduk. Sirkeci’de bir kavgaya şahit olduk. Adamın biri elindeki bıçakla karşısındakine vurup duruyor, insanlar da seyrediyordu!. Asfalt kan revan içinde kaldı. Milliyet’in foto muhabiri hemen deklanşörüne bastı, resimlerini çekti, koşarak yeniden gazetesine döndü. Ancak ikinci gün haber Milliyet’te yer almamıştı. Arkadaşımız teşekkür beklerken zılgıt yemiş. Müteveffa Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi arkadaşımıza demiş ki “Sabahleyin okuyucumuz eline gazetesini aldığında ona hayatın güzel olduğunu anlatan haber ve resimler vermemiz gerekirken, kan revan içinde bir haber vermemiz hiç de hoş olmaz. İnsanların nefretini tahrik etmememiz gerek.” Güzel bir dersti herkes için.

Tercüman’da yahudi ortak olduğu için Sahibi Kemal Ilıcak ve Saadettin Çulcu merhumlar bu kelimenin yayınlanmasını yasaklamıştı. Yerine “musevi” yazılmasını şart koşmuşlardı. İstanbul Festivali çerçevesindeki bir etkinlikte Yehudi Menuhin’u görünce Müsahhih rahmetli Dr. Fahri Türkbeyler adamın ismini çizerek hemen “musevi “yapmıştı. Olay duyulunca gazete itibar kaybetmişti. Aynı İnci ilavesinde yayınlanan ramazan sofrasında şarap damıtılmış etli pilav yemeği tarifi gibi.

Sabah’ta çalışıyordum(1967) Kosigin Türkiye’ye gelmişti. MTTB’li bir grup genç protesto ettiler. Zaptiye Ahmet de Kosigin’e Ayasofya’nın önünde “Komünistler Moskova’ya” diye bağırmışıtı. Apar toparyakalayıp götürdüler. Aydın Ünsal resimlerini çekti, ben haberini yazdım. Film banyo olacağı için Anadolu baskısına resim yetişemeyecekti. Arşivden arandı bulunamadı. Sorumlu Mehmet Can’ın da gelmesi beklendi. Yemekte imiş. Geldi. Kosigin’in fotoğrafını arşivde bulamadığmızı söyleyince cevabı İletişim Fakültelerinde okunacak kadar dikkat çekiciydi “Kosigin’i arşivde bulamazsınız. Ben ne kadar komünist varsa hepsini yaktım!” Bu bir aceze basın örneğiydi esasında.

ESKADER KÜLLÜK OLABİLİR, MARMARATÖR YETİŞTİREBİLİR Mİ?

Tirajı artırmak isteyen bir medya promosyon ile öne çıkmak ister. Ekini Büyük Doğu dergisi ile verirken, aynı bu muhafazakar gazete “domuz” oyuncuklarının çok güzel olduğu haberini manşetten vermede bir mahsur görmez. Oldu mu yani?

Toplumun tercihlerine medya ters düşmemeli. Değerlerini aşağılamamalı. Toplumda ruhsal gelişmenin önünü tıkamamalıdır. Peki neden böyle?

Artık Çınaraltılar yok da ondan. Küllük de yok, Marmara da. Marmaratörlerin çocukları bugün iktidarda, bürokraside, iş hayatında zirvedeler. Gelgelelim bu gidişle torunlar kaybolabilecek bir nesil emareleri göstermiyor da nedir bu örnekler?!. Dileyen bir kitle iletişim araçına binip, İstanbul’da seyahat etsin de hanyayı konyayı bir görsün. Gökdelenler bakalım yeni kuşakları kurtaracak ve kuşatacak mı? Yoksa kaybedilen Babıali Yaşıyor’u hayata mı geçirmeliyiz? Galiba bu umud veriyor ESKADER imkansızlığı içinde.