Farklılıklarla yaşamaya dair ele aldığımız üçüncü derste, farklılıkların algılanmasında dinin çok önemli hatta temel bir rolü olduğunu ifade etmiş, bu rolde dinin insanı tanımlama biçiminin etkili olduğunu belirtmiştik.
Konuyu bitirmiştik, ancak bir başka vesile ile okuduğum bir kaynak, yazımızın Batı açısından da bir izahına temas ettiği için, sizlerle kısaca paylaşmak istiyorum.
Kitabın ismi “Üç Muhammed”. Yazar Mustafa İslamoğlu, Hz. Peygamber’in (S.A.V.) nasıl algılanması gerektiğine dair yaptığı çalışmasında, Hıristiyanlığın insan tanımına dair şu çarpıcı satırlara yer vermektedir:
“İlk günah teorisi, Pavlus Hıristiyanlığı’nın insan anlayışını da ele vermektedir. Söz konusu insan, daha anasının karnındayken günahkar olan insandır. Bu tez oğula babasının suçunu yüklemek gibi bir zulmü meşrulaştırırken, aynı mantığın bir uzantısı olarak İsa’nın başkalarını günahlarından kurtarmak için kendini feda ettiği gibi “mitolojik” bir tezin de doğmasına yol açacaktır. İslam’ın insan tezi bu tezin tam zıddıdır: Kur’an’a göre insan doğuştan günahkar değil, doğuştan sorumluluk sahibidir.” (s. 67)
Hz. İsa’nın da insanların günahlarının bedelini çekmek üzere çarmıha gerilip acı çekerek öldüğü iddiasıyla insana bakışını şekillendiren Pavlus Hıristiyanlığı’nda “acı ve ıstırap çekmek” dinin önemli bir unsuru olarak ortaya konulmuş, bu nedenle insanların vaftiz olarak arınması ve “çarmıhta acı çekerek ölen İsa gibi acı çekerek” günahlarını affettirmesi istenmiştir. Zira derin pişmanlık yani tövbe insanı masum kılmak için yeterli görülmemiştir. (s. 67)
Bu noktalardan hareketle yazar şu değerlendirmelerde bulunmaktadır:
“Bu korkunç öğreti, gerçekte zulmü içselleştirmekten ve ona dinsel bir kılıf geçirmekten başka bir şey değildi. Çünkü acı çekmek insanı masum kılmanın kaçınılmaz ve mutlak yoluysa, Hıristiyan olmayan ya da “sapık” olduğu düşünülen birine acı çektirmek ona iyilik etmekti. Bu öğreti, sonunda en iğrenç canavarlıkları dahi din kisvesi altında meşrulaştırdı. Ünlü Engizisyon Mahkemelerinin verdiği insan yakma cezaları, her türlü işkence ve cinayeti yapan Kilise tarafından bir “arınma” ve “saflaştırma” olarak adlandırılıyordu. Batı tarihi boyunca görülen saldırganlık ve ille de bir düşman/öteki yaratma hastalığında, Pavlus’un bu iman maddesinin rolü hayli büyük olsa gerektir. Değilse, sırf çeyrek yüzyıl içinde, 60 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan insanlık tarihinin en kanlı savaşları, hangi tasavvurların ördüğü toplumsal bilinçaltıyla açıklanabilir? Bu tesbiti yapan, bizzat konunun uzmanı batılılardır:
‘Fox, K.T. Ware’e dayanarak şunları yazmaktan kendini alamamıştır: ‘Zulüm Hıristiyan tarihinin kalıcı bir gerçeği olagelmiştir; 1918-1948 yılları arasındaki otuz yılda, çarmıha gerilişinden sonraki ilk 300 yıldakinden fazla Hıristiyan’ın ölmüş olması raslantı değildir. Ve Bertrand Russel’in dikkatini çektiği gibi: ‘İspanyollar Meksika ve Peru’da bebekleri önce vaftiz edip hemen arkasından beyinlerini dağıtıyorlardı; böylece bu bebeklerin cennete girmesini güvenceye almış oluyorlardı…'” (s. 69-70)
Neden ihtiyaç hissedildiği açıkça ortada olan reform hareketleri ve günümüz açısından bakıldığında Hıristiyanlığın da kendi içinde geçmişe nazaran farklılaştığı bir gerçek. Dolayısıyla günümüz açısından durumun aynı olmadığı ifade edilebilir.
Fakat bir milletin, bir medeniyetin zihniyetini şekillendiren kavramların bir günde oluşması nasıl mümkün olamazsa, bu kavramların tedavülden kalması da çoğu zaman mümkün olmaz.
Zira onunla düşünmeye alışırsınız, siyasetten edebiyata her alandaki dünya görüşünüzü ona göre şekillendirirsiniz ve bunu eğitimle gelecek nesillere aktarırsınız.
Ve yerlerine ikame edeceğiniz kavram oturtmak da çok zordur.
Dolayısıyla toplumsal bilinçaltınızdan atmanız da çok zordur.
Bu noktadan hareketle, yakın geçmişte yaşananları da göz önüne alarak, değişenlerin ve değişmeyenlerin hatta değişmiş gibi görünenlerin ve bunların yeni biçimlerinin takdirini size bırakıyorum…