İlim varsa amel de
olmalı. Zekâ varsa ilim elde edilmelidir. İnsanda var olan istidat (mevcut
potansiyel) değerlendirilmeli ve zekâ işlerlik kazanmalıdır. Öyle görülüyor ki,
her insana verilen istidatlar madenlere benzer, işletilirse kıymet kazanır.
x
İnsan ebed için
yaratılmıştır. Onun hakikî lezzeti, ancak mârifetullah (Allahı bilmek ve
tanımak), muhabbetullah (Allah sevgisi), kemal (olgunluk ve mükemmellik), ilim
gibi ebedî şeylerdir. Elhâsıl: Lezzet ve nimet, ancak ve ancak daimî
olduklarında lezzet ve nimet olurlar.
x
İnsan, kendi
tercihine kalsa yanlış ve zararlı şeyleri seçebilir. Ama dinin ölçülerini esas
aldığında istikametli bir hayat yaşar. Meselâ, insan fıtraten (yaratılışı
gereği) bencildir. Dine uyduğunda ise, başkalarının derdini de, kendine dert
edinir, hatta onların menfaati için kendi menfaat (ve çıkar)ını terk eder bir duruma yükselir.
x
“Nasıl Allah’ı
inkâr edersiniz ki, siz ölü idiniz de, O size hayat verdi. Sonra sizi
öldürecek, sonra tekrar hayat verecek, sonra O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara:
28)
Nimetlerin en
büyüğü hayattır. Sonra, hayatın devamıdır. Yani, göklerin ve yerin tanzimiyle
hayatın kemal bulmasıdır. Sonra, insanın kâinata üstün kılınması, diğer
varlıklardan daha şerefli yaratılmasıdır. Sonra, ona ilim öğretilmesidir.
x
Âlemi meydana
getiren atomlar, ilahî mürekkep hükmündedir. Gördüğümüz her şey bu atomlardan
yazılır. Bu atomların hâlden hâle geçmeleri, akılları hayrette bırakan bir
hikmet ve nizam iledir.
x
Müellif, Hutbe-i
Şamiye isimli eserinde şöyle der: “Hâsıl-ı kelâm (sözün kısası): Biz Kur’an
şakirdleri (talebeleri) olan Müslümanlar, burhana (delile) tâbi oluyor (uyuyor)uz.
Akıl ve fikir ve
kalbimizle hakâik-i imaniyeye (iman hakikatlerine) giriyoruz.
Başka dinlerin
bazı efratları (fertleri) gibi ruhbanları taklit için burhanı (delili)
bırakmıyoruz.
Onun için akıl ve
ilim ve fen hükmettiği istikbalde (gelecekte), elbette burhan-ı aklîye (aklî
delillere) istinat eden (dayanan) ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren
Kur’ân hükmedecek.”
x
Sa’d-ı
Teftazânî’nin açıkladığı gibi iman, Allah’ın dilediği kulunun kalbine, onun
cüz-i ihtiyarîsini (tercih, irade ve seçimini) sarfından sonra bıraktığı bir
nurdur.
Öyle ise iman:
İnsan vicdanı için bir nurdur.
Şems-i Ezelî (Ezel
Güneşi olan Allah)dan vicdanın bütün melekûtunu (içyüzünü) birden ışıklandıran
ve böylece ona bütün kâinatla ünsiyet neşreden (yakınlık kazandıran) bir şua
(bir ışık)dır.
Vicdanla her şey
arasında bir münasebet tesis eder (ilgi kurar). Kalbe manevî bir kuvvet
bırakır, kişi bununla bütün olaylara ve musibetlere göğüs gerer.
Şems-i Ezel, “Ezel
Güneşi” anlamındadır. Nasıl ki, Güneş Cenab-ı Hakk’ın Nur isminin kesif (yoğun)
bir aynasıdır, âlemi aydınlatıyor.
Öyle de Ezel
Güneşi olan Allah, bütün âlemleri aydınlatmaktadır. Bu mânâ, aslında bir
cihetle Nur isminin açılımı gibidir.
Allah ezelî ve
ebedîdir.
Yeryüzündeki bütün
aynalara parlaklık Güneşten geldiği gibi, bütün varlık aynalarına yansıyan
özellikler de Allah’tan gelir.
Meselâ, kalblere
gelen hidayet nurları; O’nun Hâdî (Hidayet yolunu gösteren) isminden
yansımalardır.
(Prof. Dr. Şadi
Eren hocamızın, hayat bahşeden tespitlerinden bâzılarını sunduk.)