Kimlik Kartı

105

    “Bismillah” sözünün İslâm Nişanı olduğu hakikatine gelince; nasıl ki, her doğan çocuğa bir kimlik çıkarılır. Nitekim her çocuğun resmen edindiği ilk şey kimlik kartıdır. Böylece çocuğun vatandaşlığı resmen gerçekleşmiş olur. Çünkü vatandaşlık bir intisap, bir bağlanış ve bir mensubiyettir. Bu şekilde doğan çocuk devletle irtibatlandırılmıştır.

     Artık o, devletin bir ferdi ve bireyidir. Sırasında kimliğini göstermesi ondan istenir. Bundan dolayıdır ki, ancak bu şekilde hür ve rahat dolaşım imkânına kavuşmuş olur. Ancak bu şekilde rahat yaşama hakkını elde etmiş sayılır. İstendiğinde kimliğini gösteremediği takdirde tutuklanır. Vatandaşlık haklarından mahrum edilir. Hürriyetinden olur. Âdeta bir tutsak muamelesi görür. Çünkü kimliksizdir. Kimliğini, yâni devletin vatandaşı olduğunu belirten resmî belgesini kaybetmiştir.

     Demek ki, yurt içinde bile, kişinin kimliksiz dolaşması, başına çok işler açar. Onu zor durumlarda bırakır. Çünkü kimliksiz olmakla, ortada kalmıştır. Devletle irtibatını ve bağını sağlayan belgenin bulunmayışı, onun daima başına iş açacaktır.

     Kimlik kartı, yurt içinde nasıl önemliyse, yurt dışında da kimlik kartı yerinde olan pasaport, o nisbette önemlidir. Yurt dışına pasaportsuz çıkamadığımız gibi, yurt dışında pasaportsuz dolaşamayız da. Çünkü pasaport almamakla, o dış ülkeyle bağ kurmamış, o ülkenin iznini almamış, o ülkenin bilgi dairesine girmemiş oluruz. Bu da bizim ilk fırsatta tutuklanmamız veya sınır dışı edilmemizle sonuçlanır.

     Aynen bunun gibi, kimlik / pasaport / parola yerinde sayılan “Şu mübarek kelime (yani “Bismillah” lâfzı) İslâm Nişanı’dır.” O’nsuz / Bismillah’sız olarak, yeryüzünde istediğimiz gibi hareket edemez. Kendimizi cansızlar, bitkiler ve hayvanlar karşısında yalnız hisseder. Hattâ onların düşmanlığını bile üzerimize çekeriz. İşte “Bismillah” söylemi varlıklara karşı, sözlü bir pasaport ibrazıdır.

     Nitekim geceleyin kendisini yoklayan subayına bile asker “Dur kimdir o?” diye seslenir. Yaklaşmasını yasaklar. Subay durmak zorunda kalır. Ancak parolayı söylediği takdirde, nöbetçi erin yanına gelebilir. Aksi hâlde asker; parolayı bilmediği halde yaklaşmak isteyen herkese; kim olursa olsun ateş açıp vurabilir ve bu yaptığından dolayı sorumlu olmaz.

     Aynen bunun gibi, dünya da Allah’ın bir ordugâhıdır. Bütün mahlûkat Allah’ın askeri olup, insan ise subay hükmündedir. Askerlerin subaylarına itaat etmeleri lâzım geldiği, bütün erata bildirilmiştir. Er, nerede olursa olsun, subayının buyruğuna girmeyi kendine vazife bilecektir.

     Fakat buyruğa girmesinin, emre uymasının tek bir şartı vardır. Subay da, subay olduğunu göstermeli, yani subaylık kimliğini ortaya koymalıdır. Bu ise resmî üniformasını daima giyip kuşanmakla sağlanır. Sivil giyinmiş bir subayın, subay olduğu anlaşılmadığı için, emrine itaat edilmez.

     Öyleyse insanın “Bismillah” lâfzını, her zaman her yerde kullanması, onun kimliğinin bir nişanesi.

     Diğer mahlûkata karşı üstünlüğünün belirtisi.

     Âdeta diğer mahlûkata karşı kimliğini anlatan parolası.

     Sanki diğer yaratılmışlardan kendisini ayıran resmî elbisesidir.

     Bu elbise ve bu parolayla insan, emniyetle her yere girip çıkabilir.

     Bu bildiriş, bu görünüş ona bütün mahlûkatın saygı duymasını temin eder.

     İnsan ancak bu üniforma ile yâni “Bismillah” parolası ile hürriyetini eline almış olur.

     Evet, “Bismillah” bir intisaptır demiştik.

     Çünkü “Bismillah” Allah’a bağlı oluşun resmidir.

     Bütün bunlar tüm varlıklara karşı Allah katındaki yerimizi göstermek,

     Allah yanındaki değerimizi belirtmek içindir.

     Bütün bunlar Allah adına hareket ettiğimizi,

     O’nun adına varlıklar üstünde tasarruf hakkımız olduğunu duyurmak içindir.

Önceki İçerikSenail Özkan ile Bilinmezlikler Diyârında Ufuk Turu…
Sonraki İçerikHer Konunun Çözüm Adresi Cumhurbaşkanı
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.