Akkan Suver; gazetecidir, siyâsetçidir, sivil toplum gönüllüsüdür, yazardır ve diplomattır. Bunca farklı meşgale arasında bir de tez hazırlamış, savunmasını başarı ile tamamlayıp ‘Dr’ ünvânı almıştır. Eskilerin tâbiri ile ve müspet mânâda olmak üzere kırk tarakta bezi vardır.
‘Keşke’ kelimesi halk arasında: ‘Olup bitenin beğenilmemesi’ veya ‘yapılmış olunmasından pişmanlık duyulan’ durumlarda kullanılır. ‘Keşke öyle yapmasaydım…’ denilir. Öyle anlaşılıyor ki Dr. Suver, yaptığı her işin neticesinden memnundur, her şey beklediği gibi olmuştur. Yaptığı hiçbir işten pişman değildir. Ne güzel… Her başarı bir bedel ödemeyi gerektirir. Elde edilen netice, ödenen bedelden kıymetli ise yeni teşebbüslere kapı açılır. Toplumlar böyle gelişir.
Akkan Suver, kendisini bahtiyar eden tecrübeleri okuyucuya aktarmak suretiyle mensubu bulunduğu millete hizmet etmiş bulunuyor. Tebrike şâyan bir davranış. Hayatını anlattığı eserinin ilk cümleleri saadetinin kısaca ifâdesidir: ‘Dün yaşadığım günleri gene yaşayacağıma inanarak aynı heyecan, aynı sabırsızlık, aynı hızla yoluma devam ediyorum.’ Hemen ardından gelen cümlede, işin sırrı veriliyor: ‘Yükseklere, doruklara ulaşmak, iddialı olmak gibi bir hırsım olmadığından kendi dünyamda yaşamanın huzuru içindeyim.’
Huzurun belli başlı düşmanlarını, satır aralarında bulmak mümkün: ‘Kalabalıkların yalnızlığı, inançların sâhipsizliği, vefânın insafsızlığı, anlayışın katılığı ve insanın doymak ve dinmek bilmez harisliği… ve devamında: ‘hayata sitem etmek, kırgınlık, düşmanlık, içten pazarlık…’ Bunlara, temiz kalplerde bulanmaması gereken; kıskançlık, kin, nefret, intikam, hasetlik ve benzeri duyguları ilâve etmek mümkündür. İnançlı insanlarımızın güzel bir sözü var: ‘Şikâyetler mihneti, şükürler nimeti artırır.’ Bu sözün doğruluğunu ispat edecek sözlerimiz de var: ‘Hiçbir dert, hiçbir hastalık, hiçbir belâ, hiçbir musîbet yoktur ki daha büyüğü, daha beteri olmasın!’ Ve bir başkası: ‘Allah’tan gelen sefâya da cefâya da eyvallah demek gerek.’
Elbette ‘bunları söylemek kolay, uygulamak zor…’ Diyenler olacaktır. Onlar, pişmiş, sapı ve kabuğu ile çekirdekleri ayıklanmış armudun ağızlarına düşmesini beklemeye devam edebilirler.
Gazetelerimizin bu günkü durumuna bakıp, Sayın Suver’in gazeteciliğiyle iftihar etmiş olmasını yadırgamasınlar. Günümüzde İstanbul’a yayınlanıp Türkiye’nin her yerine dağıtımı yapilân gazetelerin toplam baskısı (tirajı) 30-40 sene önceki tek bir gazetenin tirajı kadardır. Tirajla birlikte gazetecilerin itibârında da önemli kayıplar vardır. Bunun sebepleri biliniyor. Çâreleri de… Fakat herkes durumdan memnun ki, değiştirilmesi düşünülmüyor.
Hâriçten gazeli kesip ve de… ‘Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer’ sakızını çiğnemekten vazgeçip Akkan Suver’in kitabına dönersek efendim…
Akkan Suver, 13,5 X 21 santim ölçülerindeki resimli ve şık görünümlü 191 sayfalık eserinde; doğup büyüdüğü semt olan Samatya’yı, gazeteciliğini, diplomatlığını, Sivil topluma adadığı yılları, İstanbul’un orta yeri Beyazıt semtini film şeridi gibi gözler önünden geçirdikten sonra Kurucusu ve yöneticisi olduğu ‘Yeni Düşünce’ adıyla yayın hayatına giren; sonradan haftalık gazeteye dönüşen dergiyi anlatıyor:
12 Eylül olmuş, sağın da, solun da üzerinden tank geçmişti.
Başbakan Süleyman Demirel, CHP lideri Bülent Ecevit gözaltındaydı. Necmettin Erbakan ve ekibi hapisteydi. Doğu Perinçek ve Aydınlık grubu da içeri alınmıştı. Mensubu bulunduğum MHP kadrolarının büyük bir çoğunluğu da hapisteydi
O günlerde MHP’nin iki adet günlük gazetesi vardı: Hergün ve Millet gazeteleri. Millet gazetesi tasfiye hâlindeydi. Hergün ise Sıkıyönetim tarafından süresiz olarak kapatılmıştı.
MHP câmiasını görülecek duruşmalardan haberdar ederek, o zor günlerde tersliğe uğrayan arkadaşlarımıza can suyu olacak ve en azından onların seslerini duyuracak bir yayın organına ihtiyaç vardı.
Bu ihtiyaç duyulan yayın organını çıkarmam konusunda Rahmetli Türkeş beni cesâretlendirdi ve haber yollayarak yola çıkmamı istedi.
MHP öz diyarında adeta öksüz gibiydi.
Savcı akıllara ziyan bir iddianame hazırlamış, 220 şahsiyet hakkında idam istemişti.
Yayın organı konusunu ete ve kemiğe büründürmek için dışarıda bulunan arkadaşlarla görüşmeler yapmağa başladığımda ilk görüşmemi Laleli’de bir halıcı dükkânında sonradan Milletvekili ve Bakan olacak olan Ali Doğan ve o zaman Doçent olan Necmettin Hacıeminoğlu ile yaptım. Hacıeminoğlu kapanan Hergün Gazetesi’nde yazıyordu. Görüşme olumlu geçti. Hacıeminoğlu beni Mustafa ve Sevgi Kafalı ile tanıştırdı. Onlar da, Milliyetçiler Demeği eski Başkanı Said Bilgiç’le beni yan yana getirdi. Bu şahsiyetlerin hepsi MHP’liydi.
Bu arada Alparslan Türkeş’den bir başka haber geldi: Celal Bayar’ı ziyâret etmemi, iddianameyi anlatmamı, düşüncelerini ve kanaatini öğrenmemi istiyordu. Celal Bayar’dan randevu aldım. Gazeteci olarak kendilerini tanıyordum. Gittim, MHP iddianâmesini özet hâlinde sundum. Dinlediler ve geçmiş olsun dilekleriyle aynen: ‘Önemli olan böyle dâvâlarda kelleyi kurtarmaktır. Sonrası düzelir. Ben sayısız defa idamla yargılandım. Siyâsî dâvâda canlı kalmak yeterlidir,’ dediler. Ben görüşmenin olumlu geçmesi üzerine, bir yayın organı çıkartmak niyetinde olduğumu, münâsip görürlerse, kendileriyle ilk sayımızda mülâkat yapmak arzusunda olduğumu arz ettim. Kabul ettiler. Dolayısıyla ilk sayının çekirdek kadrosu oluşmağa başlamıştı. Said Bilgiç eski Demokrat Parti milletvekili olduğu için Celal Bayar’la görüşmemden mütehassis olmuştu.
Gazeteci olarak Ahmet Kabaklı, Ergun Göze, Tekin Erer ile de görüştüm. Onlar da ‘evet’ dediler. Kültür ve sanat alanı da önemliydi. O konuyu da Sevgi Kafalı çözdü. Beni Melin Haser ve Sevinç Çokum hanımefendilerle tanıştırdı.
Önce aylık, sonra da haftalık dergi olarak yayınlamaya karar verdik. Dergiye isim olarak ‘Yeni Düşünce’ adını verdik.
O günlerde siyah-beyaz bir televizyon vardı. O da TRT televizyonuydu. Akşam haberlerinden sonra yayınlanmak üzere televizyon ilânları hazırladık. Dergi cuma günleri piyasaya çıkacaktı.
Çarşamba, perşembe günleri ‘Çıkıyor’ cuma günü de ‘Çıktı’ şeklinde ilânlarımızı hazırladık. Ne var ki ilk ilânımız yayınlandıktan sonra TRT diğer ilânlarımızı yayınlamadı, paramızı iade etti. Ama çıkacağımızı ve çıktığımızı Tercüman, Türkiye, Son Havadis gazeteleri duyurdular, dergi piyasaya çıkınca da yazılarımızdan kaynak göstererek alıntılar yaptılar. Yeni Düşünce böylelikle basın dünyâsına girmişti. Dergiyi Hürriyet Dağıtım dağıtıyordu. Tiraj ilk sayıda kırk bindi. Tamamına yakını bir haftada tükendi. Üçüncü aya geldiğimizde haftalık olduk. Kırk bin tiraj oturmuş, aşağı yukarı otuz altı, otuz yedi bin civarında satışa ulaşmıştık. Tebrik mektuplarının sayısı azımsanmayacak çoğunluktaydı. Bunlardan biri de Osman Yüksel Serdengeçti’den gelmişti: ‘Yahu, Akkan Yeni Düşünce diyorsun, ama bu bizim eski düşüncemiz.’
15 Nisan 1981’de yayın hayatına giren Yeni Düşünce önce aylık bir dergi olarak ortaya çıktı. Kısa bir süre sonra on beş günde bir çıkar olduk. Hemen arkasından da haftada bir yayımlanmaya başladık.
12 Eylül darbesi sonrası şartların müsâadesi nispetinde Yeni Düşünce’ de hayır ve hakkı dile getirmiş, mazlumların sesini yansıtmış, dış ve iç fesat yuvalarının da gerçek niyetlerini sergilemiştik.
Yeni Düşünce büyük bir servetin değil, anamızın ak sütü kadar temiz birikimlerle ve kısıtlı imkânlarla yola çıkmış bir yayın organıydı. İsteği ise devletimizin; vatanımızı hedefe alarak geçmiş tehlikeleri göğüsleyecek güce ulaşması, vatandaşlar arasında tam bir kardeşlik bağının tesisi ve hürriyetlerimizin elden gitmemesiydi. Zira 12 Eylül öncesi karanlık günler yaşamıştık. Pek çok genç ve yetişmiş adam sağ veya sol adına öldürülmüştü.
Târihe not düşmek adına beş dostumdan söz etmek istiyorum. Gazeteci-Yazar İlhan Egemen Darendelioğlu. Bir dönem milletvekilliği de yapan İlhan Egemen Darendelioğlu samîmi bir dâvâ adamıydı. Ofisinin kapısında kurşunlandı.
Şâir ve gazeteci İsmail Gerçeksöz. Almanya’da yaşayan İsmail Gerçeksöz’ü İstanbul’da evinin kapısı önünde toprağa düşürdüler.
Blade Aybars Tekin, öğretmenlikten mahrum bırakıldığı için işçi olmak zorunda kaldı. Sendika temsilcisiyken otomobilinin içinde çapraz ateşle öldürüldü.
Recep Haşatlı., MHP’nin İstanbul İl Başkam’ydı. Bir akşamüstü pusuya düşürülerek öldürüldü.
Gün Sazak efsâne bir iş adamı ve döneminde Gümrüklere doğruluk ve işlerlilik kazandıran bir bakandı. Evinin kapısı önünde, eşinin yanında sırtından kurşunlandı.
Bu saydığım isimleri bugün pek tanıyan var mı? Bunların dışında nice genç, nice düşünce insanı, nice gazeteci, nice profesör toprağa düşürüldü. Hayat devam ediyor.
O günün şartlarında Yeni Düşünce’de benimle birlikte yürüyen, tavırlarıyla, destekleriyle, yazılarıyla karşılıksız olarak yanımda yer alan bazı arkadaşlarımı de anmak isterim.
Dr. Suver bu cümlesinden sonra berâber çalıştığı Cemal Kutay, Mustafa Kafalı ve eşi Sevgi Kafalı, Necmettin Hacıeminoğlu ve eşi Meral Hacıeminoğlu ile kızı Oytun, Erol Güngör, Sevinç Çokum, Said Bilgiç, Sadri Sarptır, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Melin Haser, Ahmet Bican Ercilasun, Gümrük ve Tekel Bakanı şehit Gün Sazak ve eşi Nilgün Sazak’ı, hususiyetleri ve hizmetleriyle yâd ediyor, Yeni Düşünce’nin yayın hayatında müstesna yerleri olduğunu belirtiyor. Değerli şahsiyetlerden bir kısmının hayatlarından kesitler sunuyor:
Said Bilgiç’i bir hatırasıyla da yâd etmek isterim. 1950’li yıllarda milletvekilidir. Arkadaşı Osman Yüksel Serdengeçti yazdığı bir yazıdan dolayı hapistedir. Said Bilgiç hapishâneye arkadaşını ziyârete gider. Serdengeçti ona, ‘Yahu Said bu ne biçim iş, sen mebus, ben mahpus!’ der.
Aradan yıllar geçer. 1960 İhtilali’nden sonra Said Bilgiç Demokrat Parti Milletvekili iken mahkûm olur ve Kayseri Cezaevi’ndedir. Tâlihin cilvesi bu defa Osman Yüksel Serdengeçti Adâlet Partisi’nden milletvekilidir. Kalkar Kayseri’ye Said Bilgiç’i ziyârete gider. Kapıdan girer girmez de, ‘Yahu Said bu defa sen mahpus, ben mebus, biz seninle dışarıda hiç mi buluşamayacağız?’ der.
Gün Sazak, Gümrük ve Tekel Bakanlığı’na getirilmesiyle memleket sathında parlamento dışından bakan olup, bunu hizmetleriyle parlamentoya kabul ettiren ender siyâsîlerden biriydi, Siyâset içinden gelen ve kırk yıllık meclis alışkanlığı bulunan bir ailenin ferdi olan Gün Sazak kaçakçılığa karşı açtığı şuurlu mücâdele ile partili, partisiz herkes tarafından kabul edilen haklı bir şöhrete ulaşmıştı. Ankara’da evinin kapısı önünde arabasının bagajına eğilmiş vaziyetteyken, sırtına sıkılan kurşunlarla şehit edilen Gün Sazak’ın eşi Nilgün Sazak bir Türk Hanım ağası olarak onun yüksek hâtırasına saygılı bir ömür sürdü, Yeni Düşünce’den de ilişkisini devam ettirdi.
Bunların yanı sıra, kalemleriyle zaman zaman yanımızda yer alan Ahmet Kabaklı, İbrahim Kafesoğlu, Ergun Göze, Tekin Erer, Mustafa Erkal, Reşat Akkaya ve Tarık Buğra’yı zikretmeden olmaz. Onların da emekleri her türlü takdirin ve övgünün üzerindedir. Gene gelen geçen zaman içinde benimle beraber yürüyen Zikri Akın’ı, Halit Ocak’ı, Nazif Okumuş’u, Hüseyin Tannkulu’nu, Timuçin Mert’i, Ahmef Güner’i, Vehip Sinan’ı, Ergun Kaftancı’yı da anmak isterim.
Yeni Düşünce gerçek anlamda bir basın emeğidir. Bir gazetecilik başarısıdır. Bu başarıda sayısız insanın emeği vardır. Bana inanan arkadaşlarımın tamamının unutulmaz dostlukları saymakla bitmez.
Yeni Düşünce’yi anlatırken MHP duruşmalarından söz etmeden olmaz.
O zor günlere bu kitapta kalem ucuyla dokunmak isterim. Duruşmalarıyla, avukatlarıyla, sanıklarıyla, hâkim ve savcılarıyla yaşanan akıl dışı olayları bugün hatırlayan pek kaldı mı? Sanmıyorum. 12 Eylül’ün Ankara mahkemelerinin kasvetli duruşma salonlarında gazeteci olarak bulundum. Elbette 587 tutuklunun yaşadığı ıstırabı yaşamadım. Ama onların çektiği çilelere şâhit oldum.
Ve bu duruşmalar sırasında Yeni Düşünce onlarla öylesine özdeşleşti ki her tahliye olan ilk ziyaretini bize yaptı. Celal Adan’ın, Namık Kemal Zeybek’in ziyâretleri bugün gibi gözümün önündedir.
Dr. Suver, eserinin 85. sayfasından itibâren MHP Dâvâsı’nda hâkim ve savcıların acemilikleri ve millliyetçi düşünce aleyhtarlıkları sebebiyle düştüğü gülünç durumları, sebebiyet verdikleri haksızlıklarıve duruşmaları tâkip eden Fransız Avukatları, teferruatlı bir şekilde anlatıyor. Bunlardan bir örnek:
Fransız avukatları beraberinde Üsteğmen Nihat Demirel ve Yüzbaşı Yalçın Kaya ile birlikte kabul eden Nurettin Soyer, avukatlara mahkemeyle ilgili bilgileri verdikten sonra Türkiye’deki bütün olayların faili olarak MHP’lileri gösterip ‘220 idam gerçekleşirse ülke rahat eder’ deyince Fransız avukat Mario Stassi kendisine bir soru yönelterek; ‘Bu bir ihsası rey olmuyor mu?’ dedi. Nurettin Soyer ise bu soruya soru ile cevap verdi: ‘Peki, siz niçin bu dâvâyı tâkip ediyorsunuz?’
Konuşma karşılıklı sorularla devam etti:
-Siz hiç hayatınızda 186 klasörlük bir dâvâ açtınız mı? Siz hiç 220 idam isteğiyle ilgili dâvâ ile karşılaştınız mı?
-Hayır.
-Nuremberg dâvâlarında bile bu kadar idam, bu kadar klasör yoktu. Böylesine yüksek hacimli bir dâvâyı tâkip etmek bizim hakımız ve vazifemizdir.
-Ben anlaşmaları bilmiyorum. Eğer anlaşma varsa, yabancı avukat olarak sizleri duruşma salonuna alırım.
Gariplik ve tezatlar öylesine tuhaf yanlışlıkları beraberinde getiriyordu ki CHP’li bir senatör, MHP’li gösteriliyor ve gene bu CHP’li senatör sanki tutukluymuş gibi iddianâmede yer alıyordu. Bakınız bu değerlendirmeye Türkeş’in ve avukatlarının tepkisi nasıl gerçekleşti:
İddianame okunuyordu ve 206. sayfasına sıra geldi.
Savcı Nurettin Soyer başladı okumaya: ‘MHP eski Senatörü Niyazi Ünsal’ın 26.11.1977 târihinde Ârif Tekin’e gönderdiği ve 011 klasöründe yer alan mektuptaki (hapisten çıkardığımız adamlar yanımıza gelmeye çekiniyorlar. 6 ayı bir gün geçen ceza alanı, 4,5 yıl ceza alanı öğretmen yaptırdım) cümlesi yasadışı ve ürpertici çabaları hiç bir açıklamaya gerek kalmayacak şekilde bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.”
Bu sözleri Savcı Soyer söyler söylemez başta Alparslan Türkeş olmak üzere bütün sanıklar ve sanık vekilleri oturdukları yerden ‘MHP değil CHP’ diye bağırdılar.
Gürültüler devam ederken Türkeş’in söz aldığı görüldü. Türkeş yaptığı kısa konuşmada Savcı’yı uyardı.
‘Biz 945 sayfalık baştan aşağı iftira dolu olan bu iddianâme ile idam istemiyle buraya getirildik ve başka bir partinin senatörünün gayet âdice yazdığı bir mektubu bu iddianame ile Savcılık bize mal etmiş ve efkar-ı umumiyeye böyle vermiş. Basında da böyle yayınlanmıştır. ‘
Bu arada Savcı Soyer ‘Düzelttim. Yanlış olmuş’ diye söze karışınca Türkeş’in devam ettiği görüldü:
‘Peki bununla itham ettiği sanıklara ‘düzelttiğini’ niçin resmen tebliğ etmedi? Şimdi burada düzelttim diyor ama bu bize resmen tebliğ edilmedi. Madem ki bunu düzeltmiştir kamuoyuna da basına da bunu açıklamalı ve bize de resmen tebliğ etmelidir. İddia Makamı bu dâvâda acz içindedir. Bu iddianame dikkatsizlik içinde hazırlanmıştır. İddia Makamı bunu burada itiraf etmiştir. Bu sözleri onu gösteriyor. Çünkü bu kadar hayatî bir dâvâyı tahkike memur olan bu değerli savcılar heyeti Niyazi Ünsal denen senatörün hangi partinin senatörü olduğunu bilmez ise bunun CHP Senatörü olduğu halde MHP senatörü olarak kabul edip MHP’li sanıkların yarısının kellesini talep ederek bir iddianame hazırlar ise bu Türk adâleti adına üzüntü verici bir şey olur.
Bu sözleri zapta geçmiştir. Ve Savcılar Heyeti’nin ne derece dikkatsiz olduklarını, bu tahkikatı yaparken ne derece peşin hükümlü ve bilgisiz olduklarını tespit etmiştir. Bunu yüksek dikkatlerinize sunmayı adâletin tecellisi konusunda vereceğiniz karar için önemli kabul ediyorum.’
Yalnız bu sözler, bu tespit dahi 12 Eylül mantığının MHP’yi yargılamağa yeltenişindeki zorlamayı göstermeğe yeterlidir. Devam eden sayfalarda, iddia makamının yaptığı yanlışlara, sanık avukatlarının tespit ettiği diğer hatâları yer alıyor. Hem de sayfalar boyunca…
Dikkat çekici bir durum: İddianâmedeki bazı bilgilerin yanlış olduğunu ileri süren sanık avukatının savunma hakkı; ‘mahkemenin disiplinini bozdu’ gerekçesiyle gasp ediliyor ve duruşma salonundan dışarı atılıyor. Fakat duruşmayı tâkip eden bâzı dinleyicilerin, sanıklar aleyhindeki çirkin ve gürültülü tezâhüratı sebebiyle kimse salondan çıkarılmıyor, hatta ikaz de edilmiyor. Bütün bu bilgiler, Mamak duruşmasının zabıtlarından aynen alınmıştır.
Dr. Akkan Suver’in duruşmalar hakkındaki hükmü: ‘MHP ve ülkücü kuruluşlar dâvâsı adlî olduğu kadar, hattâ daha fazla siyâsî ve sosyal neticeleri iyi hesap edilmesi gereken bir dâvâdır. 12 Eylül 1980 günü düşüncesi yok edilmek istenen Türkeş’in fikirleri daha sonra 1990’lı yıllarda devlet politikası olacak ve 1997 yılında vefat ettiğinde devletin resmî töreniyle defnedilecektir.
Nereden nereye?!
Dr. Akkan Suver, ‘Bir Devrin Hâfızâsı’ denilebilecek eserinde, özel hayatında, siyâsî, sivil toplum kuruluşu ve diplomatik hayatında önemli yeri olan kişileri ve onlarda olan sağlam dostluklarını da anlatıyor. Birkaçının isimleri: İsmet İnönü, Celal Bayar, Süleyman Demirel, Haydar Aliyev, Alparslan Türkeş, Rauf Denktaş, Nevzat Yalçıntaş ve diğerleri…
‘Keşkesi Olmayan Bir Geçmiş’ isimli eser, ele alındığında, okunması bitirilmeden bırakılamayacak bir kitap…
H2O YAYINCILIK VE İLETİŞİM HİZMETLERİ LTD. ŞTİ. Barbaros Mahallesi, Tophânelioğlu Caddesi Gülbeste Çıkmazı Nu: 10/2 Üsküdar İstanbul. Telefon: 0.216 428 82 25 Zeytinburnu İstanbul. www.h2okitap.com
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
Not: Eserin yeni baskısı yapılırken, kitapta ismi geçen şahısların hangi sayfa / sayfalarda yer aldığını gösteren; Frenklerin ‘İndeks’ veya ‘endeks’ dedikleri, bizim ise ‘Dizin’ diyebileceğimiz listenin bulunması uygun olur. Hattâ İnönü, Bayar, Demirel gibi herkesin tanıdığı isimler hâriç olmak üzere, şahısların doğum-vefat târihleri ile kısa hayat hikâyelerinin verilmesinde fayda vardır. Eserin meselâ 100 sene sonra da okunacağı düşünülerek en tanınmış kişiler için de bilgi verilebilir.
Dr. AKKAN SUVER: 1942 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunudur. Son Saat Gazetesi’nde gazetecilik hayatı başladı. Daha sonra Dünyâ gazetesinde editör yardımcısı olarak görev yaptı. Fransızca yayınlanan La Gazete adlı gazetenin baş editörü oldu. Güneş, Hergün, Orta Doğu, Tercüman, Türkiye ve Dünyâ gazetelerinde görev yaptı. Uzun yıllar Yeni Düşünce gazetesini yayınladı. 1987 ve 1995 yılları arasında Milliyetçi Hareket Partisi’nde siyâset yaptı. 1997 yılında kendi kararıyla siyasi faaliyetlerden çekildi. Türkiye Boks Federasyonu’nda başkan yardımcısı oldu. 1990 ve 2000 yılları arasında Dünya Boks Birliği İlmî Komite üyeliği yaptı. 1997 yılında Marmara Vakfı Başkanı oldu. Beş adet kitabı yayınlandı. Kendisine Bakü Tefekkür Üniversitesi tarafından milletlerarası ilişkiler dalında fahri doktor unvanı verildi. 2006 yılında Türkiye Azerbaycan ilişkilerine yaptığı katkılardan dolayı Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev tarafından Azerbaycan Hükümeti’nin en yüksek madalyası olan ‘Terakki Madalyası’ verildi. 2006 yılı Ağustos ayında Avrasya Ekonomi Zirveleri’ni Moğolistan taşımasından dolayı Moğolistan Cumhurbaşkanı Nambar Enkhbayar tarafından ‘Cengiz Han Madalyası’ ile ödüllendirildi. Karakurum şehrinde düzenlenen ‘Dünya Moğol Meclisi’ ne başkan yardımcısı olarak seçildi. 28 Mayıs 2008 târihinde Karadağ Cumhuriyeti İstanbul Fahri Başkonsolosu oldu. 4 Mart 2009 târihinde Romanya’nın başşehri Bükreş’te açılan Milletlerarası Karadeniz ve Hazar Denizi Ortaklık ve İşbirliği Vakfı’nın Başkan Yardımcısıdır. |