Kendimizi Ölmeden Öldürüyoruz; Yaşatmak da Mümkün

86

Amerika’da, bir suçlu asılmak suretiyle idama mahkûm
olmuştur. Üzerinde bir deney kurgulanır. Mahkûm, serumla uyutularak idam
edilecek, bunun karşılığında mahkûmun ailesine yüklü bir para yardımı
yapılacaktır. Mahkûm, teklifi kabul eder.

İnfaz anı gelir, mahkûm yatağa yatırılır, serum bağlanır.
Doktorun verdiği bilgiye göre, serumda üç renk sıvı vardır. En alttaki yeşil
sıvı bittiğinde eller ve ayaklar uyuşacak, ortadaki mavi sıvı bittiğinde kollar
ve bacaklar uyuşacak, en üstteki kırmızı sıvı zehirdir, o bittiğinde ise kalbin
ritmi yavaşlayacak, nabız düşecek ve infaz gerçekleşmiş olacaktır.

Tam doktorun söylediği gibi gelişir her şey. Eller ve
ayaklar, sonra da bacaklar ve kollar uyuşur. Kırmızı sıvada kalp durur ve mahkûm
ölür. Ölüm raporu tutulur, Ölüm sebebi kalp krizidir; çünkü serumda bulunan,
zehirli olduğu söylenen kırmızı sıvı, sadece sudur.

Kişi, öleceğine inanırsa ölür, yaşayacağına inanıyorsa
yaşar. Telkin ve inanış ilişkisi.

Özgür olduğumuzu, özgür yaşadığımızı düşünüyoruz; fakat
birer yazılım nesnesi olduğumuzun farkında değiliz. Ellerin aya gittiğini,
fakat bizim yayalığa mahkûm olduğumuzu kabullenmişiz. Ayakta kalma enerjisi
olarak sahip olmamız gereken özgüveni, kendini beğenmişlik diye adlandırmış ve
bunun ahlaki bir kusur olduğuna inandırılmışız. Her türlü telkine açık,
güdülmeye hazır bireyler sürüsü olmaya hızla yol alıyoruz. Ölmeden ölüyoruz.

Yakınlarıma ve çevremdeki insanlara, benimle konuşmalarında
yükleminde “-sız/-siz” ve “-me/-ma” olumsuzluk eki kullanmalarını yasakladım.
Olmaz diye bir şey yok, sen yaparsan o, olacaktır. Önemli olan inanmaktır,
yapmaktır. Öleceğine inanmışsa şayet mahkûm, zehir telkiniyle kendisine verilen
kırmızı saf su ile bile ölür.

Algı oluşturmak, zamanımızın en yaygın uğraşlarından
biridir. Toplumda, insanları kendi isteği dışında, düşünüp istemediği şekilde
etkilemek için yaratılan çaba ve gayretler birer algı oluşturma eylemidir.
Renk, ışık, ses, konuşma, el ve kol hareketleri, teknoloji, süs, aktiviteler,
bağışlar, magazin gibi pek çok unsur algı oluşturmak için kullanılır. Dikkatini
çekerek insanları kendi istediğimiz tarafa yönlendirmek ve istediğimiz gibi
düşünmelerini sağlamak, başarıyla oluşturulan algının sonucudur. “Sanal
gerçeklik” de diyebiliriz buna.

Bir kandırmacadır, algı oluşturmak; telkinle kanaat
değiştirmektir.

Her algı unsur ve çalışmasının bizde oluşturduğu yargı ile
günlük hayatımızı idrak ediyor, geleceğimizi kurguluyoruz. Dışımızdan gelen telkinlerin
zihin dünyamızda oluşturduğu ölçülerle eşyayı tanıyor, olayları yorumluyor,
düşünceleri tetkik ve tahkik ediyoruz. Kendimizin öznesi olma çabası
gösterirken dış özneler tarafından kurulan cümlelerin nesnesi olmaktan
kurtulamıyoruz.

Kendimizi gerçekleştirmenin huzur, gurur ve mutluluğunu
duyamıyoruz; kendimiz olmaktan uzaklaştık. Gizli güçlerin piyonu olmuşuz.
Bedenimizi okşaması için göğsümüzü açtığımız rüzgârlar, her dem, sonbahar
yaprağı misali bizi bir sağa bir sola sürüklüyor. “Algı tanrısı”nın gönüllü
kulları, kendisini gerçek anlamda özgürleştiren Tanrı’dan kaçarak daha da
karanlığa gömülüyor, bataklığa saplanıyor. Algı oluşturma sektörünün kendisi
bataklık; malzemesi, yalan; yöntemi, yanıltma; enstrümanları, yazılı, sözlü,
dijital medya; amacı, insanları hakikatten koparma.

Algı canavarlarına yem olmamak elbette mümkün. Rabb’im
Hucurat suresi altıncı ayette “Ey iman edenler, eğer bir fasık size bir haber
getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük
edersiniz…” buyurarak ne güzel ölçü vermiş. Bir haberi, bilgiyi kimin
getirdiğini tetkik, bilginin muhtevasını tahkik etmek bizi algı silahşorlarının
maktulü olmaktan kurtaracaktır. Yine Peygamberimizin “Zandan sakının; çünkü zan
sözlerin en yalanıdır.” uyarıcı hadisine uyduğumuzda kendimiz de bir algı
katili olmayız.

Akıllı olmak
zorundayız. Isırıldığı yere elimizi ikinci kez sokmak, bize yakışmaz. Zamanı ve
mekânı kimlerle paylaştığımız, kimlerle istişare yaptığımız çok önemli.
Arkadaşlarımız kimliğimizdir, ilkelerimiz duruşumuzdur, niyetimiz varlık
nedenimizdir, aklımız sermayemizdir. Arkadaşlarımız doğru, ilkelerimiz sağlam,
niyetimiz iyi, sermayemiz aktif, irade ve muhakememiz güçlü olursa algı
sektörünün yamyamları sefilleşir, perişan olur, semtimize bir daha uğramaz. Biz
de bir insan gibi yaşamanın mutluluğu ve huzuru ile ‘dünya’ adlı bekleme
salonundan ayrılıp yolculuğumuza devam edebiliriz.

“Asûde olam dersen eğer gelme cihâne, / Meydâne düşen kurtulamaz
seng-i kazâdan.” (Eğer mutlu olayım dersen dünyaya gelme, [çünkü] Dünyaya gelen
kaza taşından kurtulamaz.)
berceste beytinde Ziya Paşa, dünyaya gelenlerin dertlerden
kurtulamayacağını söyler.

Ben Ziya Paşa gibi
karamsar değilim. Dert, sıkıntı birer dünya gerçeğidir, sınavıdır. Özellikle
soğuk savaşın bitmediği, siyasetin ranta dönüştürüldüğü dünyamızda ve ülkemizde
algı oluşturma çalışmaları artarak devam edecektir. Kumu oyu araştırmacısı,
toplum mühendisi, güvenlik ve strateji uzmanı gibi sıfatlarla takdim edilen
insanlar, bu sektörün aktörleridir. Onların görevi algı oluşturmaksa bizim
görevimiz de bu algılardan kendimizi korumak olmalıdır.

Davranışlarımızda
tutarlı, sözlerimizde güvenilir, kararlarımızda ve öngörülerimizde isabetli
olmak, geçmişimizden utanmamak, eylemlerimizden pişmanlık duymamak istiyorsak
bir algı oluşturma taarruzunun altında olduğumuzu bilmek ve buna göre uyanık
davranmak zorundayız.

Günümüz şartlarında,  kendini ve sorumlu olduklarını her türlü
haşerattan korumak, “salih amel”in önceliğidir, dense yerinde olacaktır.