Kenan Evren ve Eylül Rapsodisi

98

 

12 Eylül 1980 günü Evren’i izlediğimi hatırlıyorum. O siyah beyaz ekran televizyonda, yanındaki kurmaylarla. Onlar kahramandılar. Milletimizin her zaman aradığı o kurtarıcılardan idiler. Ve TSK’nın İç Hizmet Kanununa dayanarak milletimizi üçüncü defa kurtarmışlardı, sancılı da olsa yürüyen demokrasiden.

Devletin sezgileri, milletin ezgileri yabancıların eline geçmiş, terör çığ gibi büyümüş ülkeyi muhasara altına almıştı. Demirel “anarşi” derdi olanlara, ama terördü adı. “Bizim çocukların” çıkardığı terör olayları artık ayyuka çıkmış, “bizim” diğer çocukların müdahalesine davetiye çıkarıyordu. Ekonomik sıkıntılar yanında karaborsa, siyasi çalkantı yanında husumetler vardı.

Cumhurbaşkanı seçimi de akamete uğramıştı. Durum böyle olunca diğer “bizim çocuklar” devreye girdi.Sahayı karışık gören Evren ve arkadaşları “memleketi kurtarmak” için büyük bir görev yüklendiler ve 12 Eylül 1980’de memlekete hizmet edip yorulan insanları tatile çıkardılar. Düdük çaldı. Maç tatil oldu ta ki 1987 yılında yasakları kalkana kadar.

Ecevit’i, Türkeş’i, Erbakan’ı ve Demirel’i alkışlayan milletimiz bu sefer de onları alkışladı, sevindiler. Hatta çoğu öyle ileri gitti ki “siyasi parti liderlerinin” hepsini asıp bu milleti onlardan kurtarmak gerektiği lafları bile sarf edildi. Gazetecilerimiz, birkaç istisna hariç, darbeye alkış tuttu. Akademi dünyası sevindi, birkaç çatlak ses haricinde. İşadamları memnundular. Alan razıydı, veren razı. O halde, gerisine söz etmek düşmezdi…

Liderlerin arkasından koşturan, oğlunun işini, kızının tayinini hallettirmek için takla atanlar, ikbal beklentileri içinde olanlar, birden yok oldular ortalıktan. Menderes’i hatırladılar birden.O, iki bakanıyla beraber darağacında hem de hiç hak etmeden asılan Başbakanı. Göğsüne asılan yaftayla, darağacında boynu bükük sallanan, buna rağmen milletine “küskün” olmadığını söyleyerek aslında kırgınlığın boyutunu ifade eden Menderes’i… Ya gene öyle bir şeyler olsaydı! Kendileri de kovuşturma geçirselerdi! Ne olacaktı çoluk çocukları, ne olacaktı işleri güçleri? Düzenleri bozulmaz mıydı?  Dünyaları zindan olmaz mıydı? Böyle durumlarda yüce milletimiz dünyanın “zindan” olmadığını hatırlardı. O zamanlarda, zindanın içindeki zindana girmemek için her yolu denerdi.

Dillerden dökülen kasidelerin, şimdi hicviyeler almıştı yerini.Farklı aralıklarla tutuklanan siyasi liderler artık bir araya gelip “adam gibi konuşmak” zamanı geldiğini askerin zoruyla, onların sultasıyla anladılar. Onlarla beraber, çoğu devrimci ve ülkücü camiadan olan insanlar… Ve hedeflerin aslında aynı olduğuna dair fikir beyan edeceklerdi hapishanelerde. Karşıt görüşten insanlardan yaralı ve muhtaçlarına yardım etmeye kadar bir tekevvün içine girmişlerdi. Aynı Anadolu’nun çocukları olduklarını anlamışlardı. Mesela, 1980 sonrasında yıllarca hapis yatan darbe öncesi ülkücülerin lideri olan rahmetli Yazıcıoğlu ve kimi devrimciler bu konuda çok kafa yormuşlardı.

Hapse girenler de yalnızlık ve terk edilmişliğin ıstırabını yaşadılar. “Dava adına” ne hırsızlık ve namussuzlar yapılabildiğini, kendileri yardım için gönderilen paraların nasıl iç edilebildiğini ve nasıl aileleriyle keyfi bir mantık doğrultusunda görüştürülmediklerini ve “onlara neler oldu acaba?” gibi kahredici düşünce çengellerinin beyin hücrelerini tırmaladığı, nasıl saçlarını ve yılları kopardığını ve ondan arta kalan zamanlarda da işkencecilerin ömürlerinden kopardıklarını.

Ruhunu, vicdanını kiralayan bir azınlık haricinde, farklı fraksiyonlardaki kişiler aslında güzel ideallere binaen mensup olmuşlardı bir yerlere. Esas hata “tek yolcu” bir bakış açısının hâkim olmasıydı bütün ideolojilere. Ülke sıkıntıdaydı, kurtulması gerekiyordu. Onun reçetesi de her grubun sadece kendisindeydi. Yani kendileri için iyi şeyi başkaları için de dayatmak niyetiyle hareket ediyorlardı. Karşı her grup ise, ya Rus ya Çin ya İran ve veya Amerikan “uşağıydı” onlar için. İdealler vardı, ama çoğu zaman “idea” yoktu. Çoğu zaman şifahi kültürle aktarılan kurtuluş reçetelerinin kaynağı, yine çoğu müellifleri yabancı ülkelerden olan ideologların yarım yamalak çevrilmiş kitaplarıydı.  Onları okudukça fikirlerinde daha sabit hale geliyorlar, kaleler inşa ediyorlardı ideolojik enaniyetlerini kuşatan Babil kulelerinin etrafına.

Güçleri heyecanlarından, mensup oldukları gruptan ve sabitleşen ve hemen hiç süzemedikleri bazen dinleyerek, bazen okuyarak edindikleri fikir hamulelerinden kaynaklanıyordu. Onlar “milliyetçi veya “yurtsever” idiler, ama millet olarak sadece kendi gruplarını algılıyor, yurtlarını ise hayal ettikleri hayalî “Kızılelma” ve kızıl bayrak ülkelerini.

Sağda tarih milliyetçileri solda ise dil. Sokaktaki jargonlara fikirden süzülen felsefi argümanlar değil, sloganlar tahakküm ediyordu. Her iki taraf da diğerinin hem hâkimi hem savcısı hem de infaz memurları olmuştular. Fatsa vb. yerlerde “halk mahkemeleri” kurulmuştu. Dilde tasfiyeyi o kadar ileri götürenler, aslında bunun ırkların tasfiyesine yönelik bir tür Hitler mantığı olduğunun farkına varmadan karşıda “ecdadın” yaptıklarını anlatıp hiç değilse haldeki zilleti unutmaya çalışanları Faşistlikle suçluyor, kendi ideolojik kapsam alanlarına girse bile karşıdan gelen her doğruya kapılarını ve beyinlerini kapalı tutuyorlardı. Öyle buyrulmuştu parkalı postallı “birinci” sigarası içen büyüklerince.

Ve sloganlar kan kokuyordu.  Nefret kokuyordu.  İntikam kokuyordu.  Memleketin hemen her yerinde bina ve bahçe duvarları, tuvalet kapıları, yollar bu sloganlarla dolan birer kültür zangocu oldular. Darbeye çağıran zangoçlar…Sloganların ortak noktası karşı tarafın kahrolması üzerine bina edilmişti.

Peki niye? Niyeti önemli değil, öyle olması gerekiyordu.  Emir aldıklarına kayıtsız bir emniyet ve sadakat, hedef olanlara kayıtsız bir nefret ve itimatsızlıktı esas olan. Her iki kesim de kendisini “good guy” olarak algılıyordu. Her ikisini de muhatap alan darbeciler ise mutlak “good guy” olarak sadece kendilerini ortaya koydular. Koruyucu kollayıcı ve kurtarıcı melekler… Uzlaşma zamanı gelmişti, ama uzlaşma nerede olacaktı. Uzaklaşma nerede?

İşte esas gelişmeler de böyle bir zamanın hikâyesini yazmakla olacaktır.  Bir meşhur 1968 kuşağı vardı, sonraki ise 1975 oldu.  Ve dahi 1980 kuşağıdır çıkan sahneye şimdi…

Terör döneminin ıstırabını hem bedeni hem ruhi olarak hissedenler o günleri asla tekrar yaşamak istemeyeceklerdir.  O günler gider ve bir daha geri gelmez, İnşaallah.  Fakat silahlı ve silahsız çatışmaları, zorbalıkları bir tarafa, o günlerde insanların bugünlerde olmayan birkaç güzel ve takdir-i şayan tarafları vardı ister sağda olsun ister solda.   İnsanlar o zamanlar daha çok okurlardı.  Kitap okurlardı, gazete okurlardı, ama okurlardı. Okuduklarını ideolojilerine mermi yapmak için de okurlardı, karşı tarafı çürütmek için de okurlardı ama okurlardı. Gazeteyi de kitabı da ideolojik beslenme ve psikolojik odaklanma için okudukları doğrudur, ama okuyorlardı.  Hem gazete, kitap okumanın hem de tahsil anlamında okumanın “okumayan” insanlar gözünde dahi belli bir anlamı ve önemi vardı…

Daha da önemli bir husus vardı o zamanlar ki, bugün hemen hiçbir kesimde yok gibidir.  Onların saygın ülküleri vardı. O ülküler kendilerini bağlıyor ve kendilerini aşıyordu. Şahsi menfaatler değil, daha büyük daha yüce gördükleri, uğrunda hem yaşamayı hem de ölmeyi göze alabilecekleri ülkülerdi onlar. Körlükleri biraz da bunandı. Gözlerindeki iris tabakasını kaplayan şeydi o ülküler, ceplerine ve havsalalarına çöreklenen cüzdan değil.

Her iki gruptan da ülküleri uğrunda insanlar ölmenin ülkülerinin bir parçası gibi algılıyorlardı.  Öldüler de, hapse de girdiler, sakat da kaldılar. Yarlıgasız yargılarla idam da edildiler o fıkradaki Laz mantığıyla: “pir onlardan, pir pizden.”Kendilerini de sorguladılar. Kim içindi yaptıkları? Liderlere niçin bu kadar tabii olmuşlardı? Kimi zaman tereddüt ettikleri meselelerde kendilerinin aslında ne kadar da haklı olduklarını.

Ama düdük ötmüş maç bitmişti. Şimdi kıyıda köşede kalmış bütün emekli hakemler holdinglerin üst kurullarında büyük oyuncular olmuşlardı.  Bir bakıma ülkeyi ekonomik olarak da kurtarma çabalarıydı bunlar. Hatta bu emekli hakemden dönme yeni oyunculardan holding sahibi olacak kadar memleket hizmetine kendilerini vakfetmişlerdi.

Sonra Ulusu’lu yıllar ve tekrar sultalı demokrasiye geçiş yılları başladı. Özal damgasını vurdu bu yıllara, hem de nasıl!DPT kökenli olduğu, özel sektör tecrübesi olduğu için askeri hükümetinde bir müddet gözdesi olmuştu zaten. Askerin sivillere askeri tarzda yaptırttığı yeni anayasa yüce milletimizin-ki bu zamana kadar askeri idareden de sıkılmışlar eski günleri bir kere daha muhakeme etmeye başlamışlardı–yüzde doksan iki gibi bir çoğunlukla okumadan anlamadan hüsn-ü niyet ve hüsn-ü kabulleri ile yürürlüğe girdi.

Ve Özal, eski siyasilerin yasakları olması ve askerlerin de metazori işbaşına getirmelerindeki avantajlarını da hesaba katarak siyasete girip ANAP’ı kurdu. Ondan önce Amerika’ya gidip bilgilerini tazeledi ve kilo verip karizmatik ABD başkanlarının usulleriyle nasıl başbakan olabileceğinin notlarını da kafasına kazarak ülkeye dönmüş, hem ülke içinde tanıdıkları hem de ülke dışında özellikle ABD de irtibatlı olduğu kişileri siyasete çekmeyi başarmıştı. Vaktiyle MSP’de yapamadığını şimdi daha güçlü bir konumda ANAP’la yapacaktı. Ve Kenan Evren’in bizzat Emekli bir asker olan Calp’ı işaret etmesine rağmen, milletimiz Özal’ın o iki elini kafasının üzerinde birleştirerek yaptığı “dört eğilimi” birleştirme rumuzunu hafızalarındaki acılarla yan yana koyarak iyi idrak etti ve seçim sisteminin de yardımıyla Özal başbakan oldu, partisi tek başına iktidar.

Ülkedeki kimi değişimler Özal’la başladı. Şöyle diyordu Özal:”Anavatan Partisi 20 Mayıs 1983 günü kurularak, memleketimizin siyasi hayatında yerini almıştır.  Partimizin sembolü, bal petekleri ile donatılmış Türkiye haritası ve bal arısıdır. ARI çalışkanlığı, PETEK aziz vatanımızın en ücra köşesine kadar mamur hale getirilmesini ifade etmektedir. Milli ve manevi değerlere bağlı, sosyal adaletçi, rekabete dayalı serbest piyasa ekonomisini esas alan bir parti olarak, programımızda belirtilen bu ilkeler etrafında birleşmeyi sağlayıp, Türkiye’yi ileri ve modern bir ülke haline getirmek en ulvi görevimiz olmalıdır. Bunun için, programımıza inananları, daha önceki siyasi görüşleri ne olursa olsun birliğe ve beraberliğe davet ettik.”

“Aziz milletimiz çekişmenin, kargaşanın ve bölücülüğün hiç bir zaman yanında olmamıştır. Geçmişte şu veya bu şekilde kavgaya itilenler veya kendini kavganın içinde bulanlar muzdariptir. Kırgınlıkların giderilmesine, yaraların sanılmasına, dostluğun, kardeşliğin ve dayanışmanın geliştirilmesinde zaruret vardır.  Anavatan Partisi bir hizmet kapısıdır, “Halka hizmeti hakka hizmet” olarak görür. Ülkemiz, insanımızın çalışkanlığı ve kabiliyeti, tabii kaynaklar ve coğrafi avantajlarıyla gelişmişliğin zirvesinde yer almaya layıktır. Bu cennet vatan tarih boyunca Dünya’nın en ileri medeniyetlerini bağrından çıkarmanın haklı gururuna, bu aziz milletle gelişmiş ve medeni olmanın tarihi tecrübesine sahiptir. Milletler arasındaki medeniyet yarışında geri kalmamızın meşru ve makul sebebi olamaz. Milletimize doğru hedefler gösterildiği önüne konulan mânialar kaldırıldığı, birlik ve beraberliğin bozulmadığı müddetçe aşamayacağı engel, çözemeyeceği mesele yoktur.”

Ve ardından ekliyordu:

“Memlekete sahip, milletine hizmetkâr ancak yapabileceğini vadeden ve vaadinde mutlaka duran dostluğu, kardeşliği sevgi ve barışı şiar edinmiş bir anlayışla bu vatana en verimli bir şekilde hizmet edebileceğimize ve ülkemizi milletlerarası camiada mümtaz ve layık olduğu seviyeye çıkarabileceğimize inanıyor ve yüce Allah’ın gayretlerimizde bize yardımcı olmasını diliyoruz.”

“İnsiyaki olarak ve felsefesine daha inmeden gönlünü kaptırdığı bir serbest piyasa ekonomisinden bahsediyordu Özal.  Şanlı esnafımız bunu istediğe malı isteğin fiyata sat diye anladı. Ve tabii ki beğendi. Eskiden olduğu gibi malların üzerinde alış-satış etiketleri olmayacaktı.  Bu liberal ekonomiye aykırı idi. Sonra teşebbüs hürriyeti bunu tamamladı, ama üretim aynı ölçüde hem sınırlı hem de düşük kaliteli kaldı. Canım her şeyi yapmamamız gerekmiyordu ya! İthal edebilirdik. Ve traş bıçağından, muza kadar bir ithalat furyası başladı.  Borç yiğidin kamçısıydı nasıl olsa.”

Zaten ismen var olan ve okullarda sadece çocukların kutladığı “yerli malı haftası” iyice tuluat tiyatrosu malzemesi oldu. Yerli araçlara zorlayıcı bir şey yoktu. Onları üretenler gene devlete sırtlarını dayayıp dört teker üstünde yürüyen tenekeler olarak hizmet vermeye devam ettiler.  Yeni bazı otobüsler de bu arada piyasaya girmeye başladı ve kamyonlar biraz daha farklılaştı, çeşitlendi. Hızlandılar arabalarla yarışacak kadar hem de.

Başka hürriyetler de vardı sırada. “Din ve vicdan hürriyeti”nden dem vuruyordu Özal.Yavaş yavaş Demirel’in tabanını kendine kaydırdı. Mütedeyyin kitleler yine bir siyasi Mesihe kavuşmuşlardı. Tarihten bahsediyordu, Allahtan yardım istiyordu. Bir büyük maziden bahsediyordu. Türkeş’in tabanı da yorgundu ve Özal fena bir adama benzemiyordu hani!  Üstelik eski ülkücü kimi bozkurtlar Özal’ın yuvasına, partisine girmiş ve hüsn-ü kabul görmüşlerdi. Davaya hizmet olduktan sonra mekân da önemli değildi. Ve onlara da hitap ediyordu Özal. Geçmişteki gönül yaralarını ve tedavi olarak önerdiği sosyal adalet ve daha ne olduğu ne adına olduğunu en azından benim anlayamadığım “birlik ve beraberlik” destanını da reçeteye ekleyince Özal’ın halk irfanında zaten yeri olan arı sembollü partisi eski sol fraksiyonlarda oy aldı.  Uzlaşma olmuştu işte.

Evlerde telefon bir lükstü ve birkaç sene içinde yedi milyon telefon edindi milletimiz.  Sonra Amerika’dan mülhem bir rüya girdi devreye. Televizyon renklendi, kanallar artmaya başladı.  Memlekette bir video film furyası başladı. Türk sineması çöktü, yerini Amerikan filmleri almaya başladı.  Gözlerimizden gönüllerimize bir Amerikan film furyası akmaya başladı, büyüklerin de küçüklerin de.  Yerlileri kovboylar öldürdükçe biz de sevindik, Rambo Vietnam’ı darmadağın ettikçe biz de Çanakkale’mizi hatırladık biraz…

Yeni yeni gazeteler çıkmaya başladı piyasaya ve artık gazeteciler değil, patronlar vardı başlarında ve bir kapitalist işletme nasılsa o şekilde işlemeye başladılar.  Krediler aldılar.  Karşılığında daha önemli şeyler verdiler. Özal da gelişim adına ve değişimin ve potansiyel siyasi destekleri için onların plaza kurmalarına holdingleşmelerine piyasa ekonomisinin bir yansıması olarak baktı ve destekledi yerine göre.

İlk özel televizyonu da aynı mantıkla destekledi, ta ki milletin parasıyla ve Özal vasıtasıyla palazlanıp hem Özal’a hem de yerine göre millete karşı diklenene kadar… Ayrıca yeni yüzyıl “Türklerin” olacaktı ve Özal o zamana kadar kompleksten cesareti kırılan küçük burjuvaya bir öğretmen gibi ticareti, atılganlığı öğretti moral verdi. Yanına alıp uçakla dünyayı gezdirdi zaman zaman. KDV ile beraber devletin gelirleri arttı, ama Özal’ın dediği gibi mallar ucuzlamadı. Enflasyon inecek dedi, ama arttı. Ama olsundu, terör yoktu ya. Hem artık eskiden olmayan mallar vardı piyasada ve de taksitle alınabiliyorlardı.

Arabalar gibi benzinlikler de değişmeye başladı. Önceleri sadece petrol almak için ve yağlama yıkama için gidilen ve “bitse de gitsek” denilen mekânlar olmaktan çıkıp içki dâhil herşeyin satıldığı hem dinlenme hem alışveriş yerleri oldu. Pompaların ve binaların görkemi arttı ve baktık ki güzeldi olanlar.

Mağazaların çehreleri değişmeye başladı, vitrinlerinin albenisi ve içindeki malların çeşidi ve kalitesi arttı. Bir kısım insanlar TV’deki hayatla kendi hayatları arasındaki uçurumun kapandığını hissetmeye başladılar. Vitrin ışıltıları, neon pırıltıları altında “ibadet ne güzel şey”di.  Nakit olması mühim değildi, kredi kartları da gelmişti.  Her türlü elektronik eşya, tekstil ürünü ve gıda maddeleri ve Çikitanın temsil ettiği yeni değerler yükseliyordu.

Ve tahterevallinin bir ucunda o yücelirken yükselen değerlerle, düşmeye başladı başkaları. Çikita kabuklarına basmıştık. Kapitalizmin tapınaklarında haftada birkaç kez tavaf eyleyip, Batılının aldığı gibi mallar aldık.  Ama hep Doğulu gibi kullandık. Bu yeni dinin yeni müritleri ve müttebileri ihtirasla mesire yeri oldu, podyum oldu. Ve fakat tep tipe alışkın olunca çok şeyin bir arada olması da sorun oldu. Seçmek de sorundu. Bu arada imdada son birkaç gündür o heyecanlı filmin arasında gördüğü reklamlar imdadına yetişmeye başladı. Yeni din her şeyi düşünüyordu. Artık ailecek kutsanmanın hazzını yaşamaya başlamıştık.

Uzlaşma meydana gelmişti artık. Kavga yoktu. PKK da nasılsa hallolurdu. O halde 12 Eylül sonrasında tüketmek bir tarz olmuştu. Bazen tüketilemeyen demokrasi ve vatandaş gibi olma ihtiyacını telefi, bazen yenileyemediğimiz benlimiz adına yeni şeyler alıp tüketmekti uzlaşmanın odağı. Bu arada gizli gizli yeni kastlar da oluştu.

Eskiden doğru amaçlar için yanlış şeyler yapılmıştı.  Şimdi yanlış amaçlar için doğru olanlar.  Kabile mantığını aşamayan milliyetçilik, Marksizm’in anladığı bir yurt sevgisi yerine aslında şimdi küresel kapitalizmin tebaaları olmuştuk. Roman ve pop kültürü ile kulakları, McDonalds’la mideleri doldurduk. Ceplerimiz de mark da oldu dolar da.  Artan için de 1993 den itibaren borsa vardı.

Eskiden Almancılar, dışişleri mensupları ve burjuvanın farkını yansıtan arabalar artık her yerde vardı. Radyolar kuruldu. DJ’ liği öğrendik ve öğrendik ki insan Türkçe bilmeden de radyo programı yapabilir hatta bu ülkede başbakan bile olabilirmiş. Müzik ritme kurban, kalitesi ise oynattığı insana göre bir mikyasa vuruldu. Ağlatandan oynatana dönmüş ve nihayet çağ atlamıştık.

Dolmakalemler yerine tükenmezler iyice yerleşti hayatımıza, attık.Ve onunla beraber “kullan at” mantığı içselleştirildi, hem insanı hem eşyayı. Neyimiz eksikti ecnebilerden, neyimiz fazlaydı anlamaya başladık. Yüzyılın rüyası nihayet gerçek olmuştuk. Biz Batılı olmuştuk.  Uzlaşma ve uzaklaşmayı becermiştik.  Ama sanki yönleri ve mahiyetleri farklıydı.

Şimdilerde Evren ve kurmayları yargılanıyor. Cürümleri “ihtilâle teşebbüs.” Onlar ise savunma yapıyorlar ve diyorlar ki: “İhtilale teşebbüs etmedik, yaptık. 12 Eylül’ün hesabını millete verdim. Siyasiler beceriksizliklerini askere havale edemez. Mahkemeniz bizi yargılayamaz. Bugün olsa aynı şekilde ihtilal yapardık.”

Bir ihtilâl daha var. O da zihinlerde artık.