Kelimelerde Âşikar Olan Gelenek

99

 

İnsan, yiyecektir, içecektir şimdi;

“Ahlâk”, bilinmez, ne demektir? Şimdi…

Destan masal, îmanlı yobaz, âile lâf;

Altın gelenekler gidenektir şimdi.

Arif Nihat ASYA

 

Hayat sadece mekânda yaşanmaz,mâzî, hâl ve istikbâl çizgisinde zaman, mekândan soyutlanamayacak kadar önemli bir gerçekliktir. Zaman ve mekân boyutlarından herhangi biri dışarıda tutulduğunda ne ferdin ne de cemiyetin anlaşılması mümkündür. Yine bunlardan birinin ihmal edildiği bir cemiyette sıhhatli yapılanmalardan bahsetmek hayli güçtür.

Zaman bir taraftan yapıcıdır; büyütür ve olgunlaştırır. Ancak her büyüme ve olgunlaşma aynı zamanda mirası devredilen bir hayattan çekilmedir. İşte bu mirasın intikali gerçeğidir ki yok oluşu ortadan kaldırır, değişen bir sürekliliği mümkün kılar. Bütün bunların hayata tatbiki ise mekânda gerçekleşmektedir.

Mekân, yaşanıyor olması itibariyle hâl ile alakalı iken, yaşanmışların izlerini taşımasıyla geçmiş, nihayet geleceğin inşası için atılan temel olmasıyla da yarınları kendi bünyesinde barındırmaktadır.

Geçmişe çevriliş, insanı geleceğe götürür. İnsanı yüreklendirir, bilinçlendirir, hayata bağlar, umuda yönlendirir. İnsanın bedeni ile geçmişe gitmesi imkânsızdır. Geleceğe ise ancak zamanın ilerlemesine paralel, ömrü nispetinde gidebilmektedir. Ancak insanoğlu herhangi bir varlık gibi “hâl”e mahkûm değildir. “Hâl”den bir eliyle mâzîye diğer eliyle de istikbâle uzanabilir. Geçmişteki insanların fikrî ve maddî dünyalarına ulaşabilip onlarla konuşabileceği gibi, geleceğe de yönelip, şu anda yanında olmayan tanımadığı insanlara seslenebilir. Bunu başarabilmenin yolu ise geleneğe vâkıf olabilmek ve geleceği inşa etmekten geçer. Yani bir taraftan asırların birikimini, ona değen her elin şuuruna vararak alabilirken, diğer taraftan bu ellerden biri de kendi olup, geleneği ihyâ ya da eskiye ilave yeni geleneklerle geleceğe seslenebilir.

Bu cihanda bâkî kalan hoş sadâları dinleyip, yine bâkî kalacak hoş sadaları gök kubbeye hediye edebilir. Kâh Süleymaniye’de cedlerin mağfiret iklimine girer, kâh Karacaoğlan’la pınar başına varır, kâh Yunus Emre ile secdeye varır ya da Plevne kapılarında ağlaşır. O halde ölümsüzlük, hayalî bir iksirde değil, geleneği yaşamada ve yaşatmadadır.

İnsanı insan yapan hasletlerden en önemlilerinden biri sadece bugünü ve kendisi için yaşamamaktır. Çünkü insanın her günü kendi ve başkalarının yarını için bir belirleyicilik özelliğini haizdir. Geçmişte büyük hatalar yapmış olan insanlar hâlâ lânetle anılırken, insanlığa güzel hediyelerde bulunmuş olanlar şükranla yâd edilmektedir.

İnsanoğlu tek başına düşünüldüğünde dahi, her yeni güne sil baştan, başlamaz. Çünkü gün her ne kadar yeni de olsa, karanlığı yarıp atan güneş bir önceki karanlığın dağıtıcısı, gün de bir öncekinin devamıdır. Araya en fazla geçici bir uyku girmiştir ki, uykuda bile gün yaşanmaya devam eder. Görülen rüyalar geçmişin izleri, geleceğin hayalleri ile doludur. Cevaplanmamış sorular önceki günden arta kalmış, cevaplanmış olanlar ise yine dünden ikrâm olmuştur. Bütün meydan okumalarına rağmen insan, düne râm olmuştur. Diğer taraftan galebesi de kendi dününedir.

Herhangi bir topluluğun üyesi olmak, kendini geçmişine göre konumlandırmak demektir. Fert içinde bulunduğu cemiyeti reddetse bile bunu geçmişine müracaatla yapmaktadır. Dolayısıyla geçmiş, insan bilincinin sürekli bir boyutu; cemiyetin müesseseleri, değerleri ve diğer kalıplarının kaçınılmaz bir terkibidir. O halde bugüne ilişkin tecrübelerimiz, büyük ölçüde geçmiş hakkındaki bilgimize dayanmaktadır.

Günümüzün dünyasını, geçmişin olaylarıyla ve nesneleriyle sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde, yani geçmişin, o anda yaşamadığımız olayları ve o anda algılamadığımız nesneleri hâfızamızda güncel olanlarla ilişkilendirerek yaşarız. Bu da şimdiki zamanı, çeşitli geçmiş tecrübelerimizden hangisiyle bağlantısını kurabilirsek ona göre yaşayacağımızı gösterir. Bu durumda, geçmişi günümüzden süzerek çıkarma güçlüğüyle karşılaşırız. Burada iki zorlukla karşılaşırız. Birincisi, bugüne dair olanlar, geçmişe ilişkin hatırlamalarımızı etkilemeye yatkındır. İkincisi, geçmişe dair olanlar, günümüzle ilgili tecrübelerimizi etkileme ya da çarpıtma eğilimindedir.

Geçmişin bugünü belirlediği bir gerçektir. Bu minvâlde bugünü bize anlatan dündür. Fakat geçmişi anlama ve değerlendirme çabasında da bugünün etkisini yok etmek mümkün değildir. Bugünün olayları ve algıları dünün manâlandırılmasında belirleyici bir özelliğe sahiptir. Dünü, her yeni günde, eski olmayan ama şimdi olan yeni olaylar ve nesneler ile birlikte yaşarız.

Süreklilik ve gelenekteki her derin kopma, yeni bir başlangıç arama aşamasında “geçmiş”in oluşmasına yardımcı olur. Yeni başlangıçlar, Rönesanslar, Restorasyonlar hep geçmişe dönüş, ondan destek alma biçiminde ortaya çıkar. Geleceği ürettikleri, yeniden kurdukları, kapsadıkları ölçüde geçmişi keşfeder.

Geçmişi bugüne getirenler, kalemi edeple konuşturdular. Edebi atmadan edebiyata dalan yazar, cemiyet denilen toprağı kalemiyle çapalar. Kelimelerden müteşekkil tohumu, semaya boy versin diye serper. Eseri boy boylar, soy soylar. Tohum toprakta can bulur. Toprak onu kendi canıyla besler. Tohum kök saldıkça sema ona yaklaşır. Derinlere daldıkça, canına can katar ab-ı hayat. Yazar, gönül güneşi ile aydınlatır. Gönülde hararet, başta bulut olur, bulutta kelime doludur. Kelimeler yağmur olur, sağanak olur, kar olur, divana kurulur.

Kaşgarlım, kelimelerin dörtnala koşturdu. Diktiğin fidanlar kök saldı derinlere, boy verdi göklere. Divanına vardıkta kelimelerin ebedî azığımız oldu. Nazım Payam’ın Türkçe yazan kaleminden dökülüp gönlümüze doldu:

Kelimeler Kaşgarlım

Bu bizim kelimeler

İçimizde uçuşan

Kanadı gümüşten kuş

Göğe ağınca hilal

Yere değince ökse

Efsunlu kır çiçeği

Kuşburnu, hanımeli

Meyveli dal, fundalık

Baştan sona Türkiye

Bir andan diğerine sürekli bir göç halindeyiz. Kelimeler göçerler ordusu. Her bir adımda, o adımın yerlisi ile tanışıyor, onu da yanına alarak göçe devam ediyor. Karşılaşanlar biraz yabancı, biraz tanıdık. Yabancı, çünkü onu sonra buldu; tanıdık, çünkü kendisi gibi göçer. Her anda bir buluşma gerçekleşiyor, her buluşma tanıdıklarla yüzleşip, farklılıkların sergilemesini ortaya çıkarıyor. Ve daimi göç zamanı aşındırıyor. Aşındıkça hız artıyor, hız yüzleşmeleri sıklaştırırken, zaman farklılıklar sergisine dönüşüyor, bohçadakiler etrafa saçılıyor. Saçılanlar içerisinde ancak seçilenler dikkatleri cezbediyor. Kervan, seçilenleri önüne katıp, yolda dizilmeye devam ediyor.

Her söylenmiş, yeni söylenmemişlere kapı açar. Her söylenmiş kelime, söylenmemiş nicelerine davetiyedir. Söylenmemiş kelimeler söylenmişlerin içinde saklıdır. Gizli âşikârın içindedir. Âşikâr gizlinin sesidir.

Geçmiş,

Senin kollarında geldi bu güne,

Hâl avuçlarında ikrâm olunur yarına.

Hatıralar sende,

Seninle yaşıyoruz,

Bir gün kollarına düşeceğimizi

Düşlüyoruz.

En çok birlikte olduklarımız, içinde yaşadığımız ve içimizde can verdiğimiz kelimeler, en çok bilmediğimiz ve bir türlü tanışamadığımız da olanlar. İnsan yıllarca beraberinde taşıdığı, içini dışına taşırdığı sesini kendisi tanıyamıyor. Suyun içindeki balık suyun ne olduğunu bilmiyor. Kelimeye âşinâ olduğumuzu iddia ederiz, lâkin âşinâya ne kadar âşinâyız?

“Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni

Bir dem bela-yı aşktan kılma cüdâ beni”

Kelimeler birer kalıpsa, bizler ebedî olan iç ve dış dünyamızı, sonlu ve sınırsız olanın içine hapsetmiş olmuyor muyuz? Yoksa kelimeler de sonsuz mu? Esasında sonlu ve sonsuz kelimelerin dünyasında yaşıyoruz. Sonlu kelimeler dar, içine girdikçe daralıyor ve daraltıyor, beden gibi. Sonsuz kelimeler ruh gibi, ezelden gelip ebede gidiyor ve götürüyor. Sonsuzun içinde sonlu sonsuz. Sonlunun içinde sonsuz bile sonlu. Aslında sonlunun içindeki sonsuz sanal, hakikat değil.

Hayatı kelimeler aydınlatıyor. Bu bakımdan kültürümüz, kelimelerin aydınlattığı yolda, gördüklerimizin çeşnisi. İşte bu sebepledir ki, bir kültüre müdahale etmenin, onu soysuzlaştırmanın yolu kelimeleri değiştirmekten geçer. Bu değişime bağlı olarak adeta hayat değişir. İnanç bu yolla sarsılır, medeniyet bu şekilde tahrip edilir. Ya madalyonun diğer yüzü! Dil, belirli bir kültürel zemin üzerinde yeşerir. Muhtevası, bu geniş manâ zeminidir. Alttaki bu zemini kaydırdığımızda geriye sadece ses kalır ki bu zamanla gürültüye dönüşür.

Kelimeler asılların elbisesi. Asıl dururken elbiseye itibar büyük hata. Lakin idrakin başlangıcı zahir. Bir manâda zahir, özün zırhı. Bu sebeple özü tahrip etmek isteyenler önce zırhı delmeye çalışıyorlar. Yani kelimeleri!

Hatıralar kelimelerde gizli. Her kaybolan kelime, hâfızada bir dizi kayba yol açıyor. Köksüz ağaçların ilk rüzgârda devrilmesi gibi, genç nesiller birbiri ardınca devriliyor. Asırlık çınarların nasıl ayakta kaldığına aklı yetmeyenler, görmemek için gözlerini kapatmayı tercih ediyor. Yahya Kemal’in Gökalp’e cevaben söylediği “kökü mâzide olan âtîyim” sözü manâsınca, genç nesil mâzide kalamadığı gibi, âtîyi de göremiyor. Fuzulî’nin bir beyitinde ifade ettiği gibi:

“Kime izhâreyleyem bilmem bu pinhân derdi kim

Var yüz minderd-i pinhan kudret-i izhâryoh”

Bugünü mâzîye bağlayan köprülerdi kelimeler. Bu köprüleri berhava ettik. Kinimiz de sevgimiz de kurbağa vaklamalarına emanet. Elmaların kızılını yitirdik. Ve hayatımıza bâtıl kelimeler girdi. Modernizm Batıdan gelen bâtıl bir inançtı. Onun zail olması için ‘Hak’kın gelmesini bekleyenler, hakikati bulma vazifesinin kendilerine ait olduğunu göremediler. Gözünü Batıya çevirmiş olanlar ise bâtıla saplanıp kaldılar.

Her şeye rağmen modernizm battı ama gitmedi, yerine yeni bâtıl inançların tohumunu serpti. Postmodernizm ve küreselleşme, eskimiş hurafelerin yeni çocukları olarak doğdu. Bu durumda batıperest aydınlar yeni bâtıl inançların mahkûmu olmaktan kurtulamadılar. Diğer taraftan Batıya, Batıdan karşı duranlar, suret-i Hak’tan görünen karşıt bâtıla saplandılar. Sıla-ı Rahimde doğum sancısı çekenlerin feryadını ise, akraba evliliğinin sakat çocukları olacağı vehmiyle, boğazını sıkarak susturmaya çalıştılar. Kendinden olanı ‘geri’ye atarken, Batıyı hep ileride tuttular. İlerledikçe kendilerinden uzaklaşırken, ulaşmaya çalıştıkları Batı güzergâhında ancak bir arpa boyu yol gidip, menzilden hep geri kaldılar. Ziya dolu kelimelerde dile geldiği üzere:

Milliyeti nisyan ederek her işimizde

Efkâr-ı Frengetebaiyyet yeni çıktı

Bâtıl inancı kutsayan kelime: ilerleme. Hayata ilerlemeci bakış, her eski olanı seviyece düşük ve ilkel olarak görür ve bugünü zirve olarak değerlendirir. Hâlbuki aynı mantığı kullanarak, bugünün de aslında ilkellerden en sonuncusu olduğu düşünülebilir. Zamanda akış devam ettiği sürece, akışın yönü hep ileri olarak görüldüğü takdirde sadece geçmiş -eski değil aynı zamanda bugün- değil, yeni de ilkel olarak görülmelidir. Üstelik akışın artan hızı bugünü daha çabuk eskitecek ve ilkelleştirecektir. Bu kurguyu biraz daha ‘ilerlettiğimizde’ görürüz ki, aslında gelecekte de bizi yeni ilkellikler ve düşük seviyeler beklemektedir. Yoksa modern olanı zamandan muaf tutan bir güç mü vardı? Vardı diyoruz, çünkü modern, en çok güvendiği, ‘çağ’ın hışmına uğramış bulunuyor. Gelecek geldi, gidiyor bile!

Geçiciliğin ve günübirliğin gelenek değilse de gidenek haline geldiği günümüzde, geçici olanın içinde ebedî olanı nasıl yakalayacağız?

Güçsüzlüklerini kelimelerin arkasına gizlenerek saklayanlar, iktidarlarını kelimelerle inşa ettiler. Güçsüz olduklarına inananlar, kelimelere boyun eğdiler. Gün geldi ilişki tersine döndü. Kelimelerin arkasında ordular kuruldu, hareket onlar vasıtasıyla gerçekleşti. Sonra, yine zırhlı kelimeler arkasında zayıf gövdeler yer aldı. Kitleler bu zayıfları dışbükey kelimeler aynasından baktı, kendisini içbükey kelimelerde seyretti. Hâlâ insanın kaderi kelimelerin kaderi ile yazılıp bozuluyor.

İbrahim’i ateşe veren,

Musa’yı buzağıya değişen,

İsa’yı çarmıha geren,

Kerbelayı Allah’ın Sevgilisinin Balasına

Bela eden,

Şeytanla sevişen kelimeler.

Veled-i zinasını yüreğimize saldı,

İçimizde derin bir “ah” kaldı.

Pervasızca dilimize daldı,

Geride bir “vah” kaldı.

“Ah”ı da “vah”ı da zail eden

Ne kaldıysa

Kadim zamanlardan kaldı.

Kalemlerin gerçek mürekkebi kelimeler. Hâfıza kaybına uğramış kelimeler suskun. Onu tutan eller felç olmuş. Orhan Veli “Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel/ Kelimelerin kifayetsiz olduğunu” derken, kaybedilmiş kelimeleri arıyordu. Lâkin merhum Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun dediği gibi kelimeler çoktan “sallara bindirilip, sellere gönderilmişti” bile.

Gönül telinden çıkan kelimeleri zaman da mekân da aşındıramıyor; keder için onlar, sevinç için yine onlar tercih ediliyor. Farklı zamanlardan, farklı mekânlardan fikri bir gönlü bir insanlar, kelimelerin hanesinde yüz yüze geliyor. Manâ biliniyor, aynı tele bağlı gönüller, aynı şeyi terennüm ediyor. Göz göze, diz dize muhabbet, şimdilerde efsaneleşiyor. İnsanlar teknolojinin soğuk mekanikliğinde, uçuşan kelimeleri yakalamaya çalışırken, makineler insanları esarete sürüklüyor. Sanal âlemin, sanal çocukları sanarak yaşıyor! Avni Bey’in kelimeleri halâ bizi anlatıyor:

Kimse idrâk etmedi ma’nâsınıda’vâmızın

Biz dahi hayrânıyızda’vâ-yıbi-ma’nâmızın

Yitik kelimeler! Hâfızasını yitirmiş neslin, kaybettiği değerlerin, itibarlı taşıyıcılarıydı. Komşu ve komşuluk, yitirip kendimizi yalnızlığa sevkettiğimiz yâran kelimelerdi, darda bizi soran, genişte her yanımızı saran kelimelerdi. Bir zamanlar külümüze dahi muhtaç idik, “öf”lerimiz küle rüzgâr oldu, belâ yeli oldu savurdu; içimizde âh-u zâr odu! Yangın yüreğimi yalarken, uçuşur zihnimde soğuk küller.

Komşuda pişer bize de düşer idi, komşu olunca muhabbetten düçar; önce gözden, sonra gönülden düşer. Pencere duvar, kapı kale; pişen aşın kokusu bile düşmez oldu. Ve şair, komşunun vereceği bir yudum sudan dahi umudunu kesmiş; Kemalettin Kamu, meğer bizim derdimizi, bize söylemiş:

Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın,
Kulaklarım komşuların ayak sesinde;
Varsın yine bir yudum su veren olmasın,
Baş ucumda biri bana ‘su yok’ desin de!”

Bizi millet yapan o değerlerle tanışmanın zamanıdır artık. Öyle ki “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!” dedirten değerler.

Ecdadımız kelimeleri muhabbet için kullanıyordu, biz kavga için. Gönüllere dolmuş bulunan muhabbetin taşmasından çıkan nağmelerdi kelimeler. Şimdi kalpleri karartan kinin dile gelmesi. Kalpler nağme üretmiyor. Kalpleri saracak ecdat nağmeleri, konuşması çoktan unutturulmuş neslin dudaklarında dile gelemiyor. Dudaklar soğuk ve solgun; kalpler gibi.Bülbüller susmuş, baykuşlar çığlık atıyor, Hasibe Maide Hanımın kaleminden şikâyet damlıyor:

Şimdi işimiz bir niçe har-gûşlara kaldı

Meydan-ı muhabbet dahi serhoşlara kaldı

Şimdengerügülşendetarâvet mi ararsın

Bülbüller uçup meskeni baykuşlara kaldı.

Ruhunu ihmal etmiş neslin kelimeleri, gülmekten ve ağlamaktan bihaber. Ruhsuz, hissiyatsız sade bir kalıp, sert ve keskin.

Ecdat hakikati buldu ve kelimelerin içine sakladı. Arabi’nin ifadesiyle “kelimeler harflerden, harfler havadan, hava ise Rahman’ın nefesinden meydana gelir“. O halde güzellik sûretin kendisi değil, onun içinde gizli olandır. Sûret bu gizli olanın âşikârlığa taşmasıdır. İşte bu sebepledir ki, gizli olan âşikârdan daha güzeldir. Güzeli gizlide aramak gerekiyor.  Bunun için ipucunu ise sûret takdim ediyor. Yeni nesil bunu aramak ya da bununla oynamakla meşgul. Lâkin eskide değil yenide aranıyor. Hakikati donmuş kalıpların içinde bulmak ne mümkün! Olmayan iç güzellik nasıl âşikâr olur? Güle kavurucu al rengini veren içindeki yangın. Bülbülü figana getirip, nağmeler dizdiren yine o. Son günlerde esen bela yeli, gülleri yer ile yekzan etti. Elbet tohumlar yerinde duruyor. Onları yeşertecek sevda yeli bekleniyor.Bu hususta ümitvar olmak gerekiyor. Zira Yahya Kemal şöyle sesleniyor:

“Eslaf kapıldıkça güzelden güzele

Fer vermiş o neşveyle gazelden gazele

Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadim

Bir meş’aledir devredilir elden ele.”

Yine, Arif Nihat Asya’nın dediği gibi;”Dilimiz bir devâmdır …kopmaz: Dili millet yapar, kurum yapmaz!”Ancak bunun için hakikate müptela bir nesil bekleniyor. Öyle ki, Neşatî’nin bir beyitindeki gibi:“Bednâm-ı aşk oldum ölürsem belâ budur/ Mahşerde dahi diyeler ol müptela budur” denilecek bir nesil.

Nesil eline kalem tutuşturacak aydınlar bekliyor. Kelimeler saf saf dizilmiş, âşikâr olma hasretini zikrediyor. “Heyhât, gök yüksek” olsa da, avuçlar açık; yeşerecek tohumlar iştiyâkla, Rahmet bekliyor.