Toplumun bütün kesimlerinden saygı gören, kanaat önderi olma özelliğini taşıyan kişilerin bir siyasi partiye kendisini bağlamasının doğru olmadığını düşünürüm.
Kanaat önderi olan kimsenin, kendisine bağlı hisseden kitlelerin özel hayatından, siyasi tercihlerine kadar her şeyine karışmasını, yönlendirmesini de kabul edilemez bulurum.
Kanaat önderi olan şahıs, temel inanış ve ilkeleri öğretmeli ve herkesin kendi hür iradesi ile hayat tarzını, sosyal ve siyasi tercihlerini belirlemesinin en doğrusu olduğunu kabul etmelidir.
Sünnete de, demokratik anlayışa da uygun düşen budur.
Devleti ele geçirme veya devletin bazı unsurlarını yönetme sevdası, bazılarına ilk bakışta cazip görünmüş olabilir.
Nurcu bir arkadaşımdan sıkça duyduğum Bediuzzaman Saidi Nursi’nin, din adına hareket eden kişilere ve zümrelere tavsiyesi olan şu sözü bana daha makul geliyor: “Euzubillahimineşşeytani Ve’s Siyase.” Siyasetten şeytandan kaçar gibi kaçınma tavsiyesini, “siyasetten ve paradan” diyerek genişletmek daha da doğru olabilir.
Siyasete ve maddi güce endekslenmiş din temelli hareketlerin, hizmet üretme imkânlarının azalacağı, tam tersine nifak ve çatışmaya yardımcı olacağını görmek için kâhin olmaya lüzum yoktur sanırım.
Siyasi ve maddi gücün kaybedilmesi korkusu, maazallah İslam’ın hiç kabul etmeyeceği metotların kullanılmasını mazur ve “şeytan” ile işbirliğini meşru gösterebilir.
***
Yukarıdaki satırları 21 Eylül 2010 da yazdığım köşe yazısından aldım.
O zaman adı “Cemaat” olan dini kisveli hareketin, elde etmiş olduğu gücü kaybetme korkusu ile İslam’ın hiç kabul etmeyeceği metotlara başvurması ve “şeytan” ile işbirliği yaparak eli kanlı bir terör örgütüne dönüşmesini gördükten sonra yazdıklarım kehanet gibi görülebilir.
Oysaki bunlar olayların analizi ve sebep-sonuç ilişkilerinin değerlendirilmesi ile varılmış bir öngörü idi. Bugün de aynı sebep-sonuç ilişkisi geçerlidir.
Kendilerine “hoca” dediğimiz muhteremlerden sadece dinimizi doğru öğretmelerini ve güzel ahlakları ile örnek olmalarını bekliyoruz. Camilerimizi siyaset meydanına çeviren “hocaların” yaptığı çok tehlikeli. Hocaların siyasetin aleti olmaları -güç / menfaat karşılığı da olsa veya iyiniyetli de olsa- çok sakıncalı.
Hele hele referandumda “evet” çıkacağına dair hadis uyduranlar “şeytan” ile işbirliği yapabilme potansiyeli en yüksek mahlûklardır.
************************************************
Halkoylamasında Evet ve Hayır Oyu Verenler
Anayasa değişikliklerinin halkoylamasında vatandaşların “evet” veya “hayır” tercihlerinde rol oynayan etkenler birden çok fazladır. Bu etkenlerin bileşkesine göre bir tercih ortaya çıkar.
Şimdi bu tercihleri yapan vatandaşların durumunu nasıl yorumlamalıyız? “Hain“, “bizden“, “onlardan” kelimelerini kullanmak ne kadar doğru? Tarihten iki olayı aktararak bir sonuca varmaya çalışalım.
***
İslam Tarihinden Bir Örnek
Hazreti Muhammed’in (632 yılında) vefatından sadece 24 sene sonra, 656 yılında yaşanan Cemel Vakası (Deve Olayı) ve 657 yılında yaşanan Sıffin Savaşı İslam tarihinin dönüm noktalarıdır.
Hazreti Ali ile O’nun halifeliğine ve yönetim tarzına karşı çıkanlar arasında yapılan bu savaşlarda taraflar çok dikkat çekici idi.
Bir tarafta Hazreti Peygamber’in amcasının oğlu ve damadı, ilim beldesinin kapısı, dört büyük halifenin sonuncusu Hz. Ali vardı.
O’na karşı çıkanlar arasında ise Peygamberimizin sevgili eşi Hz. Ayşe ve sahabenin büyüklerinden Talha, Zübeyr, Amr bin el-Âs, Muaviye gibi zatlar yer alıyordu.
Bu olaylar sadece vicdanları kanatan hazin birer vaka olarak kalmamış, Müslümanların bölünmelerine sebep olmuş, siyasi- sosyal gelişmelerin yönü değişmişti.
Bu olayların başlangıcı “bir konudaki içtihat (görüş) farklılığına dayanıyordu. Konu siyasî bir konu olduğu için de savaşla sonuçlandı. Yoksa içtihat farkı sırf ilmî olsaydı, kitap üzerinde kalmış olacaktı.“
İslam bilginleri her iki tarafta yer alan büyük sahabelerin saygıdeğer kişiliğine vurgu yaparlarken, tarihçiler savaşan tarafların bir kısmının, karşı taraftan öldürülenler için de yas tuttuklarından bahseder. Çünkü biliyoruz ki her iki tarafta da Allah’ın emirlerinin yerine getirilmesi ve O’nun Peygamberinin yolundan gidilmesi esastı. Fakat bu yolun hangisi olduğunda ihtilaf vardı.
Şüphesiz ki, her iki tarafta yer alan büyük zatlara saygı duyacağız. Fakat Onların bir kısmının tercihlerinin İslam’ın sonraki yıllarda olumsuz bir gidişat içine girmesine sebep olduğunu da göz ardı edemeyiz.
***
Kurtuluş Savaşı Örneği
Merhum Tarık Buğra‘nın muhteşem eseri “Küçük Ağa” romanı (ve merhum Yücel Çakmaklı‘nın bu romandan aynı isimle yaptığı film) birçoğumuzun hatırasında yer almaktadır. Romanda 1. Dünya Savaşı sonrası ve Kurtuluş Savaşı yıllarında Akşehir kasabasında yaşananlar anlatılır.
Dünya Savaşından sonra Yunan ve İngiliz işgallerine karşı direniş isteyen grupların en önemlisi Kuvayı Milliye idi. Diğer tarafta işgal altındaki İstanbul’da yaşayan Padişah‘ın hala devleti temsil ettiği ve birlik için padişahın iradesine göre davranılması gerektiğini savunanlar vardı. Bu tarafların çatışmaları da önce fikir ayrılığı ile başlamıştır.
Akşehir’de görev yapan ve halk nezdinde çok etkili bir kişilik olan bir hoca vardır. Halkı Padişaha ve İstanbul Hükümetinin otoritesine güvenmeye davet eden İstanbullu Hoca, olayların gelişmesi sonucu Kuvayı Milliye tarafına geçer. Ve “Küçük Ağa” adıyla ciddi hizmetler yapan bir kahraman haline gelir. Sayıca az fakat imanı yüksek Kuvayı Milliyeciler bütün hesapları bozar ve mücadeleden başarıyla çıkar.
Tarık Buğra bir radyo programında romanını hangi düşünceyle yazdığını anlatırken her iki tarafta olanların da vatanını milletini seven ve işgalden kurtulmak isteyen insanlarımız olduğunu söylemişti. Sosyal ve siyasi olaylar karmaşık yapısını göstermiş ve çözüm üretme konusunda farklılıklar oluşmuştu. Her iki tarafta olanlar da hain değildi ve vatanseverdi.
Fakat vatansever insanların bir kısmının çözüm yönünde farklı görüşte olmaları, iç çatışmalara ve dışa karşı mücadelede zafiyete sebep olmuştu.
***
Şüphesiz halkoylamasında “evet” diyenlerin büyük çoğunluğu da “hayır” diyenlerin çoğunluğu da vatanını milletini seven insanlarımız oluşturmaktadır. Ancak “millet iradesi” olarak ortaya çıkan halkoylamasının sebep olacağı gelişmeler, herkesin ortak kaderi olarak tecelli edecektir.
***
Paylaştığım ikinci yazı da 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumunun ertesi günü yazdığım yazıdan alıntı. O referandumda yüzde 58 “evet” oyunu verenler hain değildi. Ülkemiz için iyi olacağı kanaatiyle “evet” demişlerdi.
Ancak FETÖ’cüler bu “evetler” sayesinde yargıya tam hâkim olmuş, devleti ele geçirmiş ve 15 Temmuz darbesine cesaret edebilir güce erişmişti.
“Hain” olmadan da ülkeye zarar verilebilir. Aman tercih yapmadan önce çok iyi düşünün.