Mütefekkir / Düşünür bir zat, bir tepede oturmuş etrafı seyrediyordu.
Tepenin eteklerinde küme küme kavak ağaçları vardı.
Her bir küme sanki bir zikir halkası görünümündeydi.
Her bir kavak bir derviş gibiydi. Dalları birer kol, yaprakları dilleriydi sanki.
Havanın püfür püfür esişi, hem kavakları hem de dal ve yaprakları bir ileri götürüyor, bir geri getiriyordu.
Son derece lâtif, hoş ve tatlı bir şekilde raks ediyorlar.
Cezbe ve çekime uğramışçasına bir o yana bir bu yana hareket hâlinde dans ediyorlardı.
Bu hâl yaşlı mütefekkiri çok düşündürdü. Nice yaşıtlarını kaybetmiş olmanın hüznü çöktü içine. Yalnızlığını hatırladı birden. Onlardan ayrı kalmanın acısını duydu ta derinden.
Kalbi hüzünle doldu. Gam yüküyle beli iyice büküldü. Güz ve kış mevsimini hatırlamasıyla kederi bir kat daha arttı. Tam bir gaflete gömüldü. Bir şey düşünemez oldu.
Biraz önce salınmalarına, raks ve dans etmelerine hayran olduğu, büyük bir hazla seyre daldığı kavakların; tam bir neşe içinde kıpırdayan yapraklarına ve güneşi yansıtışlarına yazıklanmaya başladı.
O nazlı kavaklara, o hayat sahibi, canlı ağaçlara öyle acıdı ki, gözleri yaşla doldu. Çünkü sonbahardaki hâlleri geldi gözlerinin önüne. Sert esen rüzgârları düşündü.
Onları nasıl sarstığı, nazenin yaprakları yerlerinden, yurtlarından ve arkadaşlarından nasıl ayırdığı geldi hatırına.
Kışın kardan beyaz kefene büründükleri durumlarını hayal etti ister istemez. O nazenin yaprakların bir bir sararıp düşüşleri, ayaklar altında ezilişleri resmigeçit yaptı zihninde.
Kâinat ona, süslü perdesi altındaki yok oluşları anımsattı. Ayrı kalışları hissettirdi. Onların zeval ve faniliklerinden gelen hüzünler üşüştü başına.
O boş bakış, o kutlu ve nazlı kavakları gözüne vazifesiz gösterdi. Neticesiz saydırdı. Yaprakların bir mevsimlik görünüş ve hareketlerini neş’eden değilmiş gibi sandırdı.
Yok olmaktan ve birbirlerinden ayrı düşmekten dolayı bir titreyiş olarak zannettirdi. Hiçliğe düşüş olarak düşündürdü. Herkes gibi ona dedirtti:
Sabahın seheri
Esiyor yelleri
Sarıyor gurbet
Garip elleri
Bu ruh hâli, herkes gibi ondaki ebedî ve sonsuz kalma isteğini uyandırdı.
Beka / ölmezlik aşkını canlandırdı. Güzeli ve güzelliği sevme duygusunu gün yüzüne çıkardı.
Diğer insanlara karşı duyduğu sevgi ve şefkati gündeme getirdi.
Hayat damarlarındaki akışı hızlandırdı.
Bu çeşit düşünüşten uzak kalamayış; onun şöyle bir akıl yürütmesine de yol açtı.
Eğer dünya böyle sararıp solacaksa… Ömür bir gün gelip tükenecekse…
Kabir hiçliğe açılan bir kapı olacaksa…
Böyle bir dünyanın manevi bir cehennemden ne farkı vardı?
Böyle bir ortamda akıl insana bir işkence âleti olmaktan başka ne işe yarardı?
Geçmişi ve geleceği yokluk olarak gösteren bir akılla, hayat nasıl çekilirdi?
Aklıyla zihnen bu biçimde mecelleşirken, kendini böyle bir durumda, manen zifiri karanlıkta hissederken birden Muhammedî gerçek, Muhammedî nur ve ışık imdada yetişti.
Şimşek gibi çaktı. Yıldırım gibi etrafı aydınlattı.
O sayısız gam bulutlarını dağıttı. Hüzün ve elemleri sevinçlere çevirdi.
Herkese olduğu gibi ona da tesellî kaynağı oldu.