Kartlar Yeniden Dağıtılırken.

72

İlk devletlerden ve hatta kabilelerden günümüze insanlık stratejik kaynaklar nedeniyle pek çok savaş yaşamış ve bunlarda yüz milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Kişisel ihtiraslar nedeniyle yaşanmış birkaç savaşı saymazsak dünya savaş tarihini var olan kaynakların paylaşım mücadelesi olarak özetleyebiliriz. Elbette bu savaşların dini, sosyolojik veya psikolojik pek çok sebebi de olmuştur ama ana itici güç, var olan kaynakların paylaşımı şeklindedir.

Eski çağlarda savaşlar uzun hazırlıklar gerektirir, ancak çok kısa sürerdi. Bütün bir ülkenin kaderi birkaç saat içerisinde belirlenirdi. Aylar süren hazırlıklar ve savaş meydanına veya kale önüne ulaşım zorlukları ardından saatler ile hesaplanabilecek bir sürede neticeye ulaşılırdı. Meselâ Mohaç Meydan Muharebesi veya Malazgirt Zaferi bunun en güzel örneklerindendir.

Gelişen teknoloji ile birlikte hazırlık süreleri kısalmaya, silahlı mücadele süreleri de uzamaya ve çeşitlenmeğe başlamıştır.

Bunun ilk örneği olarak İstanbul’un Fethi’ni verebiliriz. İstanbul, Ortaçağ şartlarına göre uzun sayılabilecek bir savaş süresi neticesi fethedilmiş üstelik de çağına göre çok korkunç bir teknoloji kullanılmıştır. Tüfekten topa ve gemilerin karadan hareket ettirilmesine kadar o zamanki dünyanın pek de tasavvur edemediği yenilikler gerçekleştirilmiştir. Bunun neticesinde de Ortaçağ’ın kapanıp, Yeni Çağ’ın başlangıcı kabul edilmiştir.

Yeni Çağ’ı geçiş dönemi kabul edersek Yakın Çağ ile birlikte artık günümüzde savaşlar neredeyse hiç bitmiyor. Hatta başkaları sizin adınıza savaşıyor, (İŞİD, PYD, Taliban, PKK, El Kaide, Hizbullah vb.) siz oturduğunuz yerden belki birkaç hava operasyonu ile işin kaymağını yiyorsunuz.

SSCB’nin yıkılması ardından neticelenen soğuk savaş dönemi ardından tek kutuplu hale gelen dünyamızda, bugün yeniden bir kutuplaşma sürecinin artık çok belirgin hale geldiğini görüyoruz…

Şimdi ise kartlar yeniden karılıyor…

Muhtemelen de yakında dağıtılacak.

Şu an için önemli olan ise kime hangi kartın geleceğinden ziyade kimlerin oyuncu olduğu!

Eğer masada oturmuyorsanız kime hangi kartın geldiğinden ziyade, oyunun sonunda ne olacağınızı düşünmeniz gerekir.

Şu anda Türkiye’miz masaya oturmakla, yancı olmak arasında ciddi bir yol ayrımında gözükmektedir.

Şu anda başat oyuncu olarak ABD, Rusya Federasyonu ve Çin görünüyor. Almanya öncülüğündeki AB ise iç sorunlarıyla hemhal olmuş vaziyette birliğini koruma telaşına düşmüş. Ama masaya oturması muhtemel olan dördüncü oyuncudur. Aşağı yukarı 2’nci Dünya Savaşı’ndaki ekip aynen masadadır. Japonya ve İtalya ise masaya oturmaktan ziyade yancı durumuna gelmiştir. (Yancı: 1- Kahvelerde oynanan oyunları seyreden ve bedavadan yiyip içen kimse. 2- Düşmana karşı ilerleyen bir kuvvetin yandan gelebilecek baskınlardan korunmak amacıyla oluşturduğu emniyet birliği.)

Birinci Dünya Savaşı’nda Türk-İslâm Dünyası’nı temsilen masada olan tek aktör Osmanlı Devleti’ydi. Genç Türkiye Cumhuriyeti ise savaşın yıkıcı etkilerinden kurtulmak için 2’nci Dünya Savaşı’na girmeyerek mantıklı bir politika izlemiş askeri ve ekonomik olarak meydana gelen savaş sürecindeki bu dinç kuvvetini savaş sonrasında yeteri kadar kullanma becerisini göstermediği için; 12 Ada, Batı Trakya, Musul-Kerkük, Kıbrıs ve Batum gibi konularda hiçbir fırsatı değerlendirememiştir. Üstelik SSCB’den gelen tazyikle birlikte kendini ABD’nin kolları arasında buluvermiştir.

O günden bugüne seviyeli bir birliktelik yaşayan ABD – Türkiye ilişkileri, Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1 Mart Tezkeresi gibi durumları saymazsak genel olarak masadaki ABD’nin yanında yancı görüntüsü verilerek devam etmiştir.

Ancak son yirmi yılda Muavenet Muhribi’nin vurulması, Çekiç Güç’ün PKK terör örgütüne yardımları, Çuval rezaleti, Türk Özel Polis Timi’nin pusuya düşürülmesi gibi hadiselerle ABD tarafından Türkiye sürekli olarak uyarılmıştır. Bu ise elbette Türkiye içerisinde dozu gittikçe artan bir Amerikan karşıtlığı oluşmasına neden olmuştur. NATO’da müttefik olan Türkiye ve ABD aynı zamanda aslında pek çok alanda çıkar birlikteliğine sahip olmalarına rağmen gittikçe uzaklaşmaya başlamışlardır. Bunun en açık örneği ise Irak ve Suriye konusunda ortaya çıkmıştır. Irak’ın kuzeyindeki fiili durum ile Suriye konusunda Ankara’ya net bir mesaj iletemeyen Vaşington yönetiminin gizli ajandası olup olmadığı ve Suriye’nin kuzeyinde de bir oldubitti ile fiili durum meydana getirmek istediği kanaati Türk kamuoyunda ciddi ciddi tartışılır olmuştur.

Ek 1’de görüleceği gibi ABD Devleti tarafından rutin olarak gerçekleştirilen dünya çapındaki kamuoyu araştırmasının sonuncusunda Türkiye’deki ABD sevgisi nefret kısmına düşmüştür. Sevmeyen durumundaki ülkelere dikkat ederseniz Türkiye hariç hiç biri NATO üyesi değildir. Ancak ilginç bir ayrıntı daha vardır ki, ABD’nin yeşil kuşak projesi kapsamındaki eski dostları olan Ürdün ve Pakistan da Türkiye’ye benzer bir şekilde ABD’yi sevmeyen ülkeler haline gelmiştir. Pakistan, ABD’nin Taliban ile mücadelesine en anlamlı desteği vermesine rağmen bizzat ABD hava kuvvetleri tarafından sürekli bombalanması nedeniyle; Ürdün ise Suriye’deki iç savaşta ABD’nin uyguladığı muğlâk tavır ve Filistin nedeniyle önemli ölçüde ABD’ye olan sempatisini kaybetmiştir.

Oysa ABD’nin her üç ülkeye de çok ciddi alamda ihtiyacı vardır. Ne Türkiye’nin yerini yeni müttefik adayı İran tutabilir, ne de Irak ve Suriye’nin kuzeyinde oluşturacağı yapay devlet bu imkâna sahiptir. Aynı şekilde Pakistan’ın Orta Asya’daki stratejik imkânlarını bölgede verebilecek başka bir güç yoktur. Aynı şekilde İsrail’e karşı oluşabilecek muhtemel bir Arap kalkışmasında da bunu frenleyebilecek Ürdün dışında başka bir devlet yoktur.

ABD’nin durumunu daha net olarak gözler önüne koyan bir başka tablo ile konuyu sürdürelim. Ek 2’de ABD’ye vize uygulayan ülkelerin listesi ve dünya üzerindeki konumları var.

Dikkat ettiyseniz bu tabloda mantıksız olan 4 unsur var. Birincisi NATO üyesi Türkiye, 2’nci Arap Yarımadası’ndaki değişmez müttefiki Suudi Arabistan ve 3’üncü olarak da Avustralya ve 4’üncü olarak da Pakistan.

Peki, ABD bunu neden yapıyor?

Bu soruya cevap aramadan önce yazımızın başındaki 4 oyuncuyu kısaca görmemiz gerekli.

Rusya’nın Ukrayna’dan Kırım’ı ve Donetsk’i, Moldova’dan Trans Dinyester’i, Gürcistan’dan Abhazya ve Güney Osetya’yı, Azerbaycan’dan ise Karabağ’ı yerel güçler ve/veya silahlandırdığı militanlarınca ele geçirdiği ve kendi stratejik hedefleri doğrultusunda yeniden SSCB dönemine dönme arzusu taşıdığı bilinen bir gerçek. (Ek 3)

Bu konuda BDT ülkelerini sürekli sıkıştırarak onları her alanda elinde tutmak için yoğun bir çaba da harcıyor. Turuncu devrimlerle elden kaçırdığı Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan gibi ülkeleri yeniden ama bu kez silah zoruyla yanına çekmeye çalışıyor. Ukrayna ve Gürcistan buna direnirken Kırgızistan ise biraz da Kazakistan’ın güvence vermesiyle birlikte 14 Temmuz 2015 itibariyle Putin’in de onayıyla artık resmen ‘Avrasya Birliği’ üyesi oldu.

Buna karşılık ABD ise, Ermenistan’da enerji isyanını teşvik ederek bir nevi yeni bir turuncu devrim ile Ermenileri yanına çekmenin ve böylece Azerbaycan’ın da tatmin edilerek Ermenistan’ı içinden çıkılamaz hale gelen Türk ablukasından kurtarmayı plânlamakta böylece Kafkasya’da sınırları koruyarak Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan arasında en azından işbirliği oluşumunu tesis etmeyi tasarlamaktadır. Bu konuda ayrıca Türkiye ve Ermenistan’ı soykırım iddiaları konusunda herkesi tatmin edecek bir düzleme getirme projesi de vardır.

Rusya ayrıca Irak’ta yaptığı hatayı tekrar etmek istememekte ve Suriye konusunda Şam yönetimine Lazkiye’deki askeri üssünü de kullanarak her türlü desteği sağlamaktadır. Bu da Esed yönetiminin bunca kargaşaya rağmen hâlâ bölgede etkin bir güç olmasını sağlamaktadır. İşin daha da ilginci ABD hava kuvvetlerinin desteğiyle PYD’nin Barzani’ye denize çıkmak için yol olarak açtığı kuzey Suriye koridorunun da önündeki iki engelden birini Ruslar teşkil etmektedir. (Diğer engel ise Türkiye’mizin Hatay vilayetidir.)

Çin ise binlerce yıllık tarihine ve kalabalık nüfusuna rağmen çağlar boyunca genelde Türk hâkimiyetinde yaşadığı veya Türklerle mücadele ettiği için asla fütuhat sahibi olamamıştır. Bu konuda ciddi bir tecrübesi ve kültürü yoktur. Sadece yakın komşularının hatalarından istifade ederek onların bir kısım topraklarını o da 2’nci Dünya Savaşı ardından işgal edebilmiş bir ülkedir. Doğu Türkistan, Tibet ve İç Moğolistan bu bakımdan Çin’in kanayan yarasıdır. Bu nedenle de kartlar karılırken oyuncu durumunda olan Çin aynı zamanda kalabalık nüfusu ve teknoloji kopyalaması dışında çok ciddi bir artıya sahip değildir. Bölgedeki Türk devletleriyle, Japonya’yla ve Güney Kore’yle de ciddi sorunları vardır. Buna karşılık Şangay İşbirliği Örgütü ile Rusya ile yakınlaşmıştır.

AB ise İzlanda’da başlayan ve en on Yunanistan’da ayyuka çıkan Avro ekonomik krizi nedeniyle tarihinin en güç dönemini yaşamaktadır. Avrupa’nın yaşlı halkları, Almanya ve Fransa’nın sırtından daha ne kadar geçinebilir şüphelidir… Buna karşın AB Projesi revize edilir ve Kıbrıs Rum kesimi, Yunanistan, Bulgaristan vb. yük oluşturan ülkeler birlik dışına ötelenirse veya bunların olmadığı üst kurul mantığıyla Süper AB veya Elit AB oluşturulursa masanın yeniden ciddi bir oyuncusu olma ihtimali yüksektir.

Bu durumda Türkiye ne yapacaktır?

Görüldüğü gibi Türkiye Çin ile Doğu Türkistan konusunda, Rusya ile Kırım, Gürcistan ve Karabağ konusunda ve ABD ile güneyimizde oluşturulmak istenen yapay kuşak konusunda sıkıntılar yaşamaktadır. AB ile de Kıbrıs nedeniyle yaklaşık 60 yıldır sorun yaşamaktadır.

Aslında bu sorunların hiç biri de aşılamayacak ölçüde değildir. Ancak muhataplarımızın anlaşma yolu yerine inatla projelerini sürdürmeleri tehlikeli boyutlara ulaşmıştır.

Çin Doğu Türkistan’ı tamamen eritme konusunda, Rusya yayılmacı anlayışını sürdürme konusunda, AB ise kendi medeniyetinin temelinde Helen kültürü olduğu masalına inandığı ve bu inatlarını sürdürdükleri müddetçe bu zordur.

ABD ise dengesiz ve kaypak bir politika sürdürerek Türkiye’yi tedirgin etmeye devam etmektedir. İran ile anlaşmaya vararak İran’ın nükleer güç olmasına sarı ışık yakarken, bir yandan da İran pazarını ele geçirme ve İsrail’in ekonomik güç kullanılarak güvenceye alınmasını sağlamaktadır. Diğer yandan Azerbaycan’dan aldığımız bilgilere göre İran’ın Kürdistan eyaletinden Güney Batı Azerbaycan’a özellikle de Urumiye çevresine nüfus kaydırılarak bölgenin etnik yapısı Türkler aleyhine bozulmaya devam edilmektedir. Böylece Türkiye’nin güney ve doğusundaki 3 komşusuyla sınırları da hukuken olmasa da fiilen Erbil yönetiminin kontrolüne geçmektedir. Kısacası Türkiye’nin etrafı yeni bir kuşak projesi ile çevrelenmektedir.

Eğer ki, 3’ncü Dünya Savaşı çıkacaksa bu tablodan görüldüğü kadarıyla Türkiye’nin 2’nci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi tarafsız kalma şansı yoktur. Hatta Türkiye ne yazık ki cephe ülkesi görünümündedir.

Ya 1’nci Dünya Savaşı’ndaki gibi masada olacaktır, ya da yancı olarak bir gücün yanında savaşa girecektir.

1’nci Dünya Savaşı’nda masada olmamıza rağmen basiretsizce ordumuzun yönetimini müttefiklere bırakıp askerlerimizi insan kaynağı gibi gören bir zihniyete teslim edersek galip tarafta olsak bile sonuçta kaybeden olacağımız kesindir.

Ya da masada olmak için var gücümüzle çalışmamız gereklidir. Bu konuda nükleer enerji santralleri Türkiye ekonomisi için olmazsa olmaz birer güç kaynağı olacaktır. Boru hatları projeleri elimizi güçlendirecektir. Savunma sanayi projeleri hızla geliştirilip gerçek müttefiklere destek verebilecek duruma getirilmelidir. Ancak bu arada etrafımızı sarmakta olan kuşağa karşı somut ve net bir tavır içinde olunması kaçınılmazdır.

Şimdi aynı soruyu yine soruyoruz:

ABD bunları neden yapıyor?

Hayali Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmek için 22 ülkeyi karıştırıp; Türkiye gibi bir müttefikten vazgeçmek ne kadar rasyoneldir, tartışılır… Türkiye, İsrail için bir tehdit midir, tartışılır…

Diğer şık ise Türkiye’nin ‘Süper Güç’ olma ihtimalidir. Eğer ki Türkiye’nin gelişerek masaya oturacak 5’nci taraf olma ihtimali bu kadar güçlü ise ABD’nin bu konuda aslında destek olması çıkarları gereğidir. Çünkü muhtemel taraflar göz önüne alındığında, Türk milletinin binlerce yıllık tarihi zaten ABD’nin muhtemel rakipleriyle mücadele içinde geçmiştir. Bu bakımdan Anglo-Sakson blok kalıcı bir dünya barışı için Türkiye ile işbirliği yapmak zorundadır. Aksi durumda ilk kez kaybeden taraf olma ihtimalleri kuvvetlidir.