Kardeşlik Hukuku ve Kur’an (13)

94

     Dünyada kim
tablacı değil ki? Tabiatın kendisi başlı başına büyük bir tablacı sayılır.
Başta Allah’ın Cemal ve Celal isimlerine tablacılık ediyor. Âdeta Cemal ve
Celal isimleri ile bizim aramızda tablacılık, yani aracılık yapıyor. Bütün
varlık âlemini bu mânada düşünebiliriz. Nitekim bütün varlık âlemi, Yaratan’la
insan arasında tablacılık yapmıyor mu? Tüm varlık âlemi Allah’ın güzel isimleri
ile gözümüz ve kulağımız arasında tablacı değil mi? Âdeta bütün varlık Âlemi
Esmaülhüsna’ya yani Allah’ın güzel isimlerine tablacılık yapmış olmuyor
mu?                              

     Kaldı ki, yeryüzü,
aynı zamanda bir mutfaktır. Bu mutfakta sayısız ocaklar kurulmuştur. Ocakların
üstüne de “Bostan” denen “Kazanlar” oturtulmuştur. İşin tuhafı aynı kazanda
binbir farklı yemekler aynı anda, beraberce, yan yana, iç içe pişirilmektedir.
Üstelik birbirine karışmadan, birbirine bulaşmadan. Bizler aynı kazanda,
bırakın çeşit çeşit yemekler pişirmeyi, aynı kazanda iki çeşit yemeği birbirine
karıştırmadan, birbirine bulaştırmadan pişirebilir miyiz? Tabii ki hayır.

     İnsan bu kadar
meziyeti ile beraber bunu başaramıyorsa, kuru bir toprak veya görünüşteki
sebepler bunu nasıl başarır? Kaldı ki kazanı kaynatacak, yemekleri pişirecek
olan ateşi üstten. Bostan denen kazanlar binlerce kilometre ötelerden
ısıtılıyor. İnsan ateşi alttan veriyor. Halbuki bostan denen kazanların ateşi
yukarıdan geliyor. Yani güneşten.

     Yeryüzünü “Mutfak”
olarak nitelemek neler hatırlatmıyor ki insana. Şöyle bir düşünelim. Mutfak
evde olur. Ev, insanın barınağıdır. Ev, insanın yaşayabileceği şekilde
yapılmış. İnsana göre hazırlanmış. Bütün ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde
düzenlenmiştir. Ev insan için, insan düşünülerek, insan tarafından yapılmıştır.

     Demek ki dünya da
bir evdir. Mutfak da evin en önemli bir köşesidir. Öyleyse dünya denen evi bir
yapan var. Bostan denen kazanları mutfağa bir güzel yerleştiren var. İnsanın
ağzına lâyık yemekleri bu kazanlarda bir pişiren var.

     Demek ki “Her bir
Bostan’ın ‘Bismillah’ demesi” kudret mutfağından bir kazan olup, çeşitli
yemekleri pişirerek bizlere sunması, onların kendi başlarına hareket
etmediklerinin göstergesidir. Bu işlerin onların başı altından çıkmadığının
belirtisidir.

     Belli ki, sebepler
sırf zâhirî yani görünüştedir. Her şeyin Allah’ın adını anıyor olması, her
şeyin onun adına bizlere hizmet etmesi demektir.

     Her bir inek,
deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar da, birer süt çeşmesidir. “Süt
çeşmesi” olarak nitelenmeleri, süt veren hayvanların bu verimliliklerinin
kendilerinden kaynaklanmıyor olmasındandır. Bu bereketli halleri Allah
tarafından sağlanıyor. Çünkü “çeşme” lafzı, rast gele ortaya çıkması mümkün
olmayan bir yapıyı ortaya koyuyor.

     Düşünerek
taşınarak, bir fayda sağlamak maksadıyla yapıldığını gözler önüne seriyor.
Çünkü süt veren bütün hayvanlar; hareketli birer fabrika gibidir. Üstelik
çoğalan birer fabrika. Halbuki insanın bunca aklıyla, ottan yapamadığı sütü,
akılsız hayvanların, üstelik eli yetişmediği, gözü görmediği yerde, fışkı
ortasında yapması mümkün mü? Elbette hayır.

     Süt “âb-ı hayat”
gibi bir gıdadır. Bugün dünya âlem biliyor ki, süt hârika bir besleyicidir.
Bütün yavruların her ihtiyacı, bu ak sıvıda depolanmış; kendi başlarının
çaresine bakacak zamana kadar süt; onlar için en besleyici, en güzel ve en
kolay hazm olunan bir gıda. Hayat verici, hayata bağlayıcı bir âb-ı hayat /
hayat suyudur.

     Ağaç ve otların
kök ve damarları ipek gibi yumuşaktır. Böyle yumuşak bir kökün toprağı delip,
toprağı çatlatıp, gün yüzüne çıkması elbette onun gücünden ileri gelmiyor.
Belki onlara yol açmaları gerektiği ilhamını, emrini alan unsurların
gösterdikleri kolaylıklardan kaynaklanıyor.

     Bunun böyle
olduğu, bitkilerin hiç umulmadık yerlerde, mesela duvarların yüzeylerinde, beton
ve taş aralarında hayata gözlerini açmalarıyla sabittir. Yalçın kayalarda bile
bir tohumun, tutunması orada barınması. Bütün olumsuzluklara rağmen yetişip büyümesi.
Yalçın kayaların bile, tohuma nasıl kol kanat gerdiğinin somut örnekleridir.
Demek İlâhî emir her şeyi, her şeyin yardımına koşturuyor.

BİTTİ

Önceki İçerikYine, Yeniden, Yeni Anayasa
Sonraki İçerikEn Çetin İmtihan “Sevgi” ile Olandır…
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.