Şüphesiz her toplumun temel yapı taşları bir takım değerlerden oluşur. Bu değerlerin kökleri kimi zaman bazı duygulara, kimi zaman ise bazı prensiplerin uygulama ve kurumsallaşmasına dayanmaktadır. Her halükarda, söz konusu değerler toplumların niteliğini belirleyici rol oynarlar.
İslam dini, mensuplarından müteşekkil bir toplumun temel direğini imandan kaynaklanan “kardeşlik” prensibine, daha doğrusu bağına, dayandırmaktadır: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (Hucurat, 10)
Kardeşlik bağı muhakkak ki, kardeş olarak bildiğiniz ve kabul ettiğiniz kişileri kendinizden biri olarak görmeyi, dertleriyle dertlenip, sevinçleriyle mutlu olmayı, hadis-i şerifte de müslümanların özelliklerinden birine dair buyrulduğu üzere “kendiniz için istediğiniz bir şeyi onlar için de istemeyi” beraberinde getirir, en azından olması gereken budur. Bu öyle bir bağdır ki, yine Hz. Peygamber’in (S.A.V.) buyurduğu üzere, nasıl ki bir organımızda herhangi bir hastalığın ortaya çıkması diğer organlarımızı da etkiliyor ve onların sağlığını da bozuyorsa, bir müslümanın başına gelen sıkıntı aynı şekilde diğer müslüman kardeşini de etkiler ve üzer.
Bahsettiğimiz bütün bu hususlara rağmen bugün için hem kendi toplumumuza hem de diğer müslüman toplumlara, kısaca İslam alemine baktığımızda gördüğümüz tablo hakikaten insanı üzüyor.
Öyle ki, kardeşlik bağlarıyla birbirine bağlanması gereken insanımız, bırakın bu bağı, insan olmanın gereği olan bazı hassasiyetlerden bile yoksun bir şekilde birbirinin kuyusunu kazmaya, canınına, malına, namusuna kastetmeye cüret edebiliyor! Yine insanımız, çeşitli gruplaşmaları, bu kardeşlik bağının da üstünde tutarak, “kendilerinden” olanları söz konusu gruplara dahil olanlar ve olmayanlar şeklinde ayırmak suretiyle, “-izm”ler veya “-ci”ler üzerinden toplumun bölünmesine sebebiyet verebilmektedir ki bu durum İslam aleminin en önemli problemlerinden biri haline gelmiştir. Üstelik iş, kendi grubundan olmayanların müslümanlıklarını, İslam’ın getirdiği esasların kabulünden ziyade “-izm”ler ve “-ci”ler üzerinden sorgulamaya kadar götürülebilmiştir.
Daha da vahimi, kendi gruplarından olmayan diğer “kardeşlerinin” istismar edilmeleri, dolandırılmaları, haklarının çiğnenmesi adeta “meşru” kabul edilebilmiştir!
Tüm bunların neticesinde ise, İslam alemi, Kur’an’ın bizi uyardığı ihtilafların, karışıklıkların ve fitnelerin içine sürüklenmiş, ideallerden ziyade günü kurtarmanın derdine düşmüştür.
Halbuki, söz konusu kardeşlik bağına sahip bir topluluk için, bu ortak noktaya bağlı kalarak meselelere dair farklı düşünebilmek, farklı düşünceler üreten bireylere sahip olmak, bir çatışma değil zenginlik kaynağı olmalıdır. Gelişme ve yenilenme ancak bu şekilde mükün olabilir.
Yine böyle bir topluluğun mensupları, bırakın kendi toplumu, tüm insanlık için adaletin teminine çalışması gereken insanlardan müteşekkil olduğu için, “sahtekarlığın” temsili konumuna düşemez, düşmemelidir! Hele ki bu dinin prensiplerini hayatlarına her anlamda temel almış olma iddiaları da varsa!
Dolayısıyla “ancak kardeş” olabilecek ve birbirlerinin aralarını düzeltecek bir toplumun ve ümmetin bugün içinde bulunduğu kargaşa ve sıkıntı ortamının sebeplerini doğru anlamak, çözüm üretebilmek ve maruz kaldığımız istismarlara mani olabilmek, sahip olduğumuz değerlerin doğru bir şekilde idrakinden ve hayata aktarılmasından geçecektir.
Belirtmek gerekir ki, dini sadece namaz kılmak, oruç tutmak gibi uygulamalardan ibaret görüp, prensiplerini bütün olarak anlayamadığımız müddetçe, söz konusu sıkıntıların artması da kaçınılmaz olacaktır. Bu sebeple din eğitiminin bütüncül bir biçimde ve doğru temellere dayanarak verilmesi, hem bireysel hem de toplumsal anlamda “kardeşliğe dayalı bütünlüğümüzün” tesisi ve devamı için elzemdir. Aksi halde “bu nasıl kardeşlik” dedirtecek manzaralar daha da artacaktır…