Cenabı Hakk’ın masivasına / Kendisinden başka bütün mahlûkatına / yarattığı tüm varlıklara,
Yani kâinata, mâna-i harfiyle ve O’nun, yani Allah’ın hesabına bakmak gerekir.
Mâna-i ismiyle, yani sebepler adına bakmak hatâdır.
Çünkü, her şeyin iki ciheti var. Bir ciheti / yönü Hakk’a bakar.
Diğer tarafı da, mahlûkata / yaratılmışlara bakar.
Halka / mahlûkata bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli bir perde veya
Şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk’a bakan dayanak noktasını gösterecek,
Bir perde gibi olmalı.
Bu durumda, nimete bakıldığı zaman Mün’im / Nimeti Veren,
San’ata bakıldığı zaman Sâni / San’atla yaratan,
Sebeplere nazar edildiği vakit;
Müessir-i Hakikî / Gerçek Tesir Edici olan Allah, zihne ve fikre gelmeli.
Hiçbir şey, bir zerre / bir molekül ve atom bile mâna-i ismiyle,
Yani bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânası ile mastar / kaynak olamaz.
Fakat, bir zerre, mâna-i harfiyle yani o şeyin kendisini değil de,
Sanatkârını, ustasını ve sahibini bilip tanıtan mânasıyla;
Sema ve göğün yıldızlarının göründüğü yer ve mekân olur.
Gaflet ile o zerreye mastar / kaynak zannıyla bakıldığında, İlahî san’at; tabiata mal edilmiş olur.
Kâinata, mâna-i harfiyle / Sanatkârını gösteren mâna ve anlamı ile,
Yani başkasına hizmetkâr ve âlet oluş yönüyle bakmalı.
Kâinata, mâna-i ismiyle / bizzat kendisine bakan ve kendisine işaret eden yönüyle,
Kısaca müstakil / bağımsız varlıklar imiş gibi bakmamalı.
Çünkü, sanatkârca yaratılan her varlıkta, iki cihet var:
Biri, kendi zât ve sıfâtından ibarettir.
Diğer ciheti; Sânia / sanatkârca yaratan Allah’a ve Esma-i Hüsna /
Allah’ın Güzel İsimleri’nden kendisine olan tecellî ve görüntülere bakar.
İkinci cihetin dâiresi, daha geniş ve anlamı daha çok.
Zira, bir harf kendi zâtına bir harf miktarı – o da bir vecihle – delâlet eder / delil ve alâmet olur,
Kâtibine çok vecih ve yönler ile delâlet eder / onu gösterir.
Kâtibini, bakanlara târif ve tavsif eder / onu vasfeder.
Evet, Ezelî Kudret kitabından olan san’atlı bir varlık,
Kendi nefsine, kendi cirmi / cismi kadar ve bir bakıma delâlet eder, onu gösterirken,
Ezelî Nakkaş olan Allah’a pek çok yönlerden delâlet eder / delil, alâmet ve işaret olur.
Sanki, kendisine tecellî eden isimlerden uzun bir kasîde okur.
Bundan dolayı, Allah’ın masivasına / kâinatına yapılan muhabbet / sevgi iki çeşittir.
Birisi yukarıdan aşağıya nâzil olur / iner. Diğeri aşağıdan yukarıya çıkar.
Bir insan, en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla,
Allah’ın sevdiği her şeyi sever. Mahlûklara taksim ettiği muhabbeti,
Allah’a olan muhabbetini noksanlaştırmaz, aksine arttırır.
İkinci kısım ise, önce sebepleri sever. Bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar.
Bu kısım muhabbet, hepsini muhafaza edemez, dağılır. Bazen de kuvvetli bir sebebe rastlar.
Onun muhabbetini, mâna-i ismiyle tamâmen cezbeder, helâkete / mânen yıkımına sebep olur.
Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vusûlü / vâsıl olması nâkıs ve eksik kalır.
Demek ki, dünyanın iki yüzü var.
Bir yüzü, az çok zahirî / görünürde bir ünsiyet / ülfet olunacak, bir güzelliği varsa da,
Bâtını / içi daimî / devamlı bir vahşet ve ürkütücülük ile doludur.
İkinci yüzü, filcümle / tamâmen, zâhiren / görünüşte vahşetli / ürkütücü ve korkunç ise de, Bâtınen / içyüzü bakımından, dâimî / sürekli ünsiyet ve ülfet edileceklerle doludur.