Masivaya /
Allah’tan başka tüm varlıklara, yani kâinata / evrene mânâ-i harfiyle /
Kendisini değil de
sanatkârını, ustasını, sahibini bilip tanıtan mânâsıyla,
Yani O’nun
hesabına bakmak lâzımdır.
Eserde ustayı,
yapılanda yapanı, nakışta nakkaşı, fiilde faili,
Bestede bestekârı,
kitapta yazanı görmeli.
İşte asıl bakış ve
bu bakıştan asıl görüş bu olmalı.
Keza resme bakıp
ressamı, besteyi dinleyip bestekârı, yapıya bakıp mimarı görmeli.
İşte asıl bakış ve
bu bakıştan asıl görüş bu olmalı.
Çünkü ressam,
resim ve tablolarını; seyredenlerden çok, kendisi için sergiler.
Ressamlığı
bilinsin, takdir edilsin ve sonuçta kendisi görülsün, öğülsün
Ve tebrik edilsin
diye insanların seyrine sunar.
Resimlerine
bakanların; ressamlığını bilip takdir ve tahsin etmelerini,
Ressamlığını
beğenmelerini ister.
Çünkü bestekâr;
bestesini dinleyenlerin bestekâr olarak kendisini öğmelerini bekler.
Kendisinden
bahsetmelerini umar. Hatta kendisinden söz açılmazsa, sukutuhayale /
Hayal kırıklığına
uğrar.
Süleymaniye
câmisinin muhteşemliği karşısında; yapısında kullanılan taşlar değil,
Mimar Sinan
konuşulur. Mimar Sinan öğülür ve anılır. Mimar Sinan’ın sanatı dile getirilir.
Zaten işin doğrusu
da budur.
Bütün bunlara yer
vermeden, varlığa mânâ-i ismiyle yani bizzat kendisine bakan
Ve kendisini
tanıtan mânâsı ve esbap / sebepler hesabına bakmak hatâdır, yanlıştır.
Eksik bir
bakıştır.
Kısaca bakış olup,
görüş değildir. Biliştir ama ilim değildir. Çünkü malûmat ilim değildir.
Zira malûmat
“Nasıl?”a cevap verir. “Niçin?”i
cevapsız bırakır.
Yani bilgiyi kabul,
hikmeti reddeder!
Evet “Nasıl?”ın
cevabı malûmat, “Niçin?”in cevabı ise ilimdir.
Koyun da bakar
ama, insan görür.
Baş gözü malûmat
edindirir. ilim, kalp ve gönül gözü ise ilim, marifet ve irfan sahibi kılar.
Çünkü baş gözü
maddeyi görür. İlim, kalp ve gönül gözü ise mânâyı keşfeder.
Elbette mânâ, işin
önce maddî gözünü harekete geçirecek,
Sonra da maddeden
mânâya geçmesi gerektiğini bilecektir.
Yoksa sadece kuru
bir malûmat edinmiş olur. Mânâdan mahrum ve yoksun kalır.
Zaten madde, mânâ
için vardır. Mânâ olmasaydı madde var olmayacaktı.
Nitekim önce
düşünür. Yani mânâ kendini gösterir.
Sonra da mânâ;
madde olarak tecellî eder, kendini gösterir.
Kaldı ki, her
şeyin iki ciheti / iki yönü vardır. Bir ciheti Hakk’a / Yaratan’a bakar.
Diğer ciheti de
Halk’a / Yaratılan’a bakar.
Zaten bizler
mevcûdat ve varlıkları, sırf kendisi için değil.
Hakk’ın isim ve
sıfatlarını kendisinde gösterdiği,
Üzerinde taşıdığı,
yansıttığı ve aksettirdiği için severiz.
Zaten Koca
Yunus’un dediği gibi,
Yaratılmışı,
Yaratan’dan ötürü sevmiyor muyuz?
Çünkü, Hakk
yaratan, Halk ise yaratılandır.
Üstelik Halk’a
bakan cihet ve taraf;
Hakk’a bakan
cihete tenteneli bir perde
Veya şeffaf bir
cam parçası gibi,
Altında Hakk’a
bakan cihet ve yönü gösterecek
Bir perde gibi
olmalıdır.
Bundan dolayı,
nimete bakıldığı zaman Mün’im / Nimet Verici,
Sanata bakıldığı
zaman Sâni / her şeyi sanatlı olarak yaratan Allah,
Esbâba / sebeplere
nazar edildiği / bakıldığı zaman
Müessir-i Hakikî /
hakiki tesir sahibi, hakiki etkileyici Allah zihne ve fikre gelmelidir.