Kâinat dediğimiz
şu İlâhî apartman; öyle ulvî / yüce, yüksek, derin, ince nizamlara tâbidir.
Öyle acip, garip münasebetlere bağlıdır ki, eğer bir duvarı veya bir taşı
“Yerinden çık!” emrine hedef olsa, derhal âlem ölüm hastalığına düşer, sekerata
başlar. Yıldızlar arasında müsademe / çatışmalar, yıldızlar arasında muharebe /
savaşlar meydana gelir. Feza, nihayeti olmayan pek şiddetli ve pek dehşetli gök
gürleyişleri gibi, pek korkunç ses, seda, gürültü ve gümbürtülerle dolar.
Acaba, Kâinat ilk
yaratılışında ebede elverişli olarak sabit bir şekilde yaratılsaydı; böyle
değişken, başkalaşan, yıkılmak üzere olan bir surette yaratılıp da, tahrip ve
harap olduktan sonra ebediyete uygun ve sağlam bir şekilde yapılmasından; daha
iyi olmaz mıydı?
Vakta ki, Cenab-ı
Hak ezelî hikmeti ile, ezelî inayeti / yardımı gereği; insanların
kabiliyetlerinin zuhurunu, istidat ve yeteneklerinin gelişip büyümesini irade
edip istemekle; insanoğlunu deneme, sınama ve tecrübeye tâbi tuttu. Zararları
menfaat ve faydalara kattı. Şerleri / kötülükleri hayırların içine attı.
Güzellikleri çirkinliklerle bir araya getirdi. Hepsini birbirine karıştırarak;
Kâinatın hamuru ile beraber, yaratılış teknesinde yoğurduktan sonra, Kâinatı
başkalaşım ve tekâmüle / değişim
kanunlarına tâbi tutup, onlara bağladı.
Vakta ki imtihan,
deneme ve sınama perdesi kapanır ve tecrübe zamanı sona erer. Kâinat tarlasının
hasat vakti gelir. Hikmet sahibi olan Allah, inayetiyle birbiriyle karışık olarak yoğurduğu zıtları tasfiye
eder. İçlerinden tagayyürü / başkalaşmayı doğuran sebepleri ve ihtilâf
maddelerini tefrik eder / ayırır.
Sonra Cehennem;
ebede elverişli olarak metin / sağlam ve dayanıklı ve kavi / güçlü bir cisim
olarak teşekkül edip / şekillenerek “Vemtazu!” / “Ayrılın!” (Yasin: 59)
hitabına hedef olur.
Cennet ise,
esaslarıyla beraber ebedî / sonsuz ve muhkem / sağlam ve parlak bir şekilde
tecellî eder / kendini gösterir.
Evet gerek
Cehennemi, gerek Cenneti teşkil eden parça ve maddeler arasında münasebet
vardır. Zıddiyet yoktur. Münasebet, intizamın şartıdır. Nizam da, devama
sebeptir. Nitekim, bu iki menzilin / yerin halkı da ebedî oldukları için,
varlıklarını teşkil eden kısım ve parçalar değişmez. Çünkü, dünyadaki
cisimlerinin terkip ve tahlilleri arasında muvazene / denge yoktur. Yani cismin
bünyelerine girenlerin çıkanların arasında nispet / oran yoktur. Onun için
inhilâle / parçalanmaya yüz tutarlar. Fakat Âhiretteki cisimlerin yapılışı öyle
değildir. Cüz ve parçaları arasında tam mânâsıyla muvazene / denge vardır ki,
inhilâle / dağılmaya uğramazlar.
Yemek içmek; şahsî
vücudu devamlı kılmak içindir. Çünkü, vücuttan eriyip ayrılan şeylerin yerini
doldurup tamir etmek, yemek içmek, yani gıda ile olur. Nikâh / evlenmek de
tür’ün bekası içindir. Halbuki, Âhirette şahıslar ebedî olarak kalıcı
olduklarından, vücutlarından eriyip ayrılacak bir şey yoktur ki, gıdaya ihtiyaç
olsun. Keza Âhirette üreyerek çoğalma yoktur ki, nikâha lüzum olsun?
Yemek, içmek ve
nikâhın faydaları; yalnız bekaya ve tenasüle / nesil yetiştirerek çoğalmaya
mahsus değildir. Evet, şu elemli, kederli âlemde; onlarda pek büyük lezzet ve
faydalar olsun da, lezzetler yeri olan saadet âleminde, niçin daha nezih / daha
temiz lezzet ve faydalar olmasın?
Bu âlemde lezzet;
elemin def’inden hâsıl olur. Halbuki Âhirette elem yoktur. Elemin def’i
lezzetin sebeplerinden biridir. Yoksa, lezzet ona mahsus değildir. Üstelik,
ebedî âlemin bu âleme benzetilmesi, geçersiz bir kıyastır.
Cennet ile dünya
bahçesi arasında nasıl bir nispet ve oran varsa, Cennetin lezzetleriyle
dünyanın lezzetleri arasında da, aynı o nispet ve oran vardır. Cennetin o dünya
bahçesinden dereceleri ne kadar yüksek ise, uhrevî lezzetler de, dünya
lezzetlerine göre öyledir. Her iki âlem arasında bu büyük farklılığa İbni
Abbas: “Cennette dünya meyvelerinin yalnız isimleri vardır.” cümlesiyle işaret
etmiştir. Yani, isimleri birdir, fakat lezzetleri ayrıdır.
Cennette lezzetin
devamı mes’elesine gelince; evet lezzetin hakiki lezzet olması, zeval görmeyip
devam etmesindendir. Zira elemin zevali / sona ermesi lezzet olduğu gibi,
lezzetin zevali de elemdir. Hatta zevalinin tasavvuru / düşünülmesi bile
elemdir. Evet, bütün mecazî âşıkların eninleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım
elemdendir. Bütün divanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylâlar hep
sevdiklerinden ayrı kalmak düşüncesinden ileri gelen elemler yüzündendir.
Evet, pek çok
geçici lezzetler var ki, zeval ve yoklukları elemlere yol açar. Bunun gibi, çok
elemlerin zevali / yokluğu da, tatlı lezzetlere sebep olur. Lezzet ve nimet
ise, devam etmek şartıyla lezzet ve nimet sayılabilir.
Hülâsa: İnsan ebed
(sürekli var olmak) için yaratılmıştır. Onun hakiki ve asıl lezzetleri; ancak
Marifetullah’ta (Allahı tanıma ve O’nu
bilmekte)dir. Muhabbetullah’ta (Allahı sevmekte)dir. Ve İlim gibi, ebediyyen
var olacak his, duygu ve mânevî ihtiyaçlarının ebediyen karşılanacak
olmasındadır. Çünkü “Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.” (Bakara: 25)
İnsan bir nimete
veya bir lezzete mazhar olduğu zaman; en evvel fikrini bozan, vesvese veren, o
nimetin veya o lezzetin devam edip etmeyeceği düşüncesidir. Bu vesveseli
düşünceye kapılmaması için, Kur’an-ı Kerîm’in bu cümlesi; onların eşleriyle,
zevk ve lezzetler içinde, sürekli olarak Cennette kalacaklarını müjdelemekte,
onları o kederli düşünceden kurtarmaktadır.