Milletler, tarihleri ve kahramanlarıyla yaşarlar. Bir milletin tarihi, dünya sahnesine çıkışıyla başlar bugüne kadar devam eder. Milletlerin tarihlerinde çeşitli tesirler (savaşlar, göçler, tabii âfetler, iklim, coğrafya, kültür, medeniyet ve rejim değişiklikleri vb.) sebebiyle birbirinden farklı dönemler yaşanmıştır. Bu tarih serüveni içinde çeşitli millî kahramanlar da zuhur etmiştir. O milletin mensupları, hem bu tarihi, bütün dönemleri zaferleri ve hezimetleriyle; hem de tarihî kahramanlarını hataları ve sevaplarıyla kabullenmek zorundadırlar. Çünkü, tarih yaşanmış ve geri döndürülemez bir süreçtir, ayrıca kahramanlar da insandır.
Tarih de, dil, din, edebiyat, güzel sanatlar, gelenek ve görenekler, ahlâk, hukuk ve töre gibi, millî kültürün önemli bir yapı taşıdır. Millî kültür, millî kimliğin oluşmasında en önemli unsurdur. Milletler, millî kültürlerine ve dolayısıyla millî kimliklerine sahip çıktıkları oranda, milletler ailesinde saygın bir yer kazanırlar. Bu demek değildir ki, tarihî olaylar ve kahramanlar eleştirilemez. İnsan eliyle oluşturulan, insan tarafından üretilen ve insan tarafından sürdürülen her olay, eser ve faaliyetin, mutlaka eksikleri, fazlaları ve yanlışları vardır. Tek mükemmel ve eksiksiz olan, kâinatın sahibi olan Cenab-ı Allah’tır. Ayrıca Allah’ın peygamberi ve velileri de insan-ı kâmildir. Bu çerçevenin dışında kalan her fâni, hatadan münezzeh değildir ve eleştirilir.
Son günlerde kamuoyunu fazlasıyla meşgul eden televizyondaki “Muhteşem Yüzyıl” dizisi ile ilgili tartışmayı, tamamen boş ve gereksiz buluyorum. Her şeyden önce şunu belirteyim, hikâye, roman, tiyatro ve senaryo gibi edebî türler, yaşananı değil, yaşanabiliri; gerçeği değil, kurguyu yansıtırlar. Bu türlerin belgesel mahiyette olanlarında bile yazarın hayal gücünün katkıları vardır. Hele bir edebî çalışma, birkaç yıl sürecek bir televizyon dizisi ise burada hayal gücünün katkısı daha büyüktür. Burada anlatılanları, bir tarih kitabını yorumlar gibi yorumlarsak, büyük yanlış yaparız. Unutmayalım ki, sosyal ilimlerden biri olan tarihle ilgili yazılan kitaplar bile yüzde yüz objektif değildir, yazan kişinin bilgi, düşünüş ve önyargılarına göre değişik oranlarda subjektiftir.
Muhteşem Yüzyıl’ı değerlendirdiğimizde Osmanlı’nın yükseliş döneminin son padişahı, batılıların “Muhteşem Süleyman” dediği, Kanuni Sultan Süleyman’ı ve dönemini tam olarak yansıtmamaktadır. Çoğunlukla sarayın “Harem” dairesindeki hayatı, entrikaları ve biraz da erotik yanı ön plana çıkarılmıştır. Aslında dizinin adı, “Muhteşem Yüzyıl” değil, “Harem ve Hürrem” olmalıydı. Dizide Türk’ün altın asrı olan 16. Yüzyıl; Muhteşem Süleyman’ı, zaferleri, edebiyatı, sanatı, mimarisi, ahlâkı, adaleti ve âbide şahsiyetleriyle yansıtılmamaktadır. Fakat buna rağmen dizinin, Osmanlı tarihine bigâne ve hatta düşman çevrelerde, bu büyük tarihe merak uyandırdığı, Osmanlı tarihi, Kanunî, Hürrem Sultan, Harem ve Pargalı İbrahim konularında yazılan eserlerin satışında bir patlama meydana getirdiği gerçeğini de göz ardı edilmemelidir.
Burada yapılan yanlış, demokratik bir ülkede üretilen bir film dizisinin, herkesi kucaklaması gereken çevreler tarafından kamuoyu önünde şiddetle kınanması, yapımcıları ve yayıncılarının RTÜK’e, halka ve yargıya hedef gösterilmesidir. Halbuki yapılması gereken, bu diziyi eleştirmek yerine, bize göre doğru tarihi yansıtan bir dizinin yapılmasını teşvik etmek ve desteklemektir. Türklüğü ve milletimizi seven herkes Osmanlı devletini kuran ve bir imparatorluk haline getiren Osmanlı hanedanını sever. Osmanlı padişahlarının içinde tarihimize şan ve şeref kazandıran zaferlerin ve fetihlerin sahibi kahramanlar vardır. Biz onlarla gurur duyarız.
Fakat şunu da iyi biliriz ki, bu hanedan mensuplarının her ne kadar hiç haini yoksa da, günahkârı çoktur. Harem bir gerçektir. Padişah hanımlarının çoğu, Balkan ve Doğu Avrupa halklarının Hristiyanlıktan dönme kızlarıdır. Padişahların şer’en evlendiği dört hanımından başka, beraber olduğu cariyeleri de vardır. Kanuni de dahil, çoğu, devletin bekâsı gerekçesiyle, kardeşlerinin ve evlâtlarının katline cevaz vermişlerdir. Saltanatlarını sürdürebilmek için, vezirlerinin, sadrazamlarının isyancılarca katline göz yuman, isyan eden halk gruplarını haklı olup olmadıklarına bakmaksızın topyekun katlettiren, dinen günah olmasına rağmen içki içen padişahlar vardır. Bu eleştirileri yapmak Osmanlı Padişahlarını küçültmez, onların insan olduğunu hatırlatır. İnsanlar kazandırdıkları, hizmetleri ve eserleriyle büyürler, özel hayatlarıyla değil.
Bugün toplumumuzda sık sık yaşanan tartışmaların başında, “Osmanlı” ile “Türkiye Cumhuriyeti”; “Fatih, Yavuz, Kanuni” ile “Gazi Mustafa Kemal Atatürk” taraftarlarının üstünlük tartışmaları gelmektedir. Halbuki, ne bu iki Türk devleti, ne tarihimizin bu iki dönemine damgasını vuran kahramanlar, birbirinin rakibi değildir, birbirinin bütünleyicisidir. Bu devletler de, bu kahramanlar da bizimdir ve biz hepsiyle gurur duyarız. Yalnız ne tarihimizin bu iki dönemi, ne de bu iki dönemin kahramanları tabu değildir, dokunulmaz değildir. Tarihimiz ve kahramanlarımız konusunda yapılan bu ayrımcılıktan bir an önce kurtulmak gerekir. Şunu da unutmamak gerekir, kişileri tabulaştırır, putlaştırır, dokunulmaz kılarsanız, o kişiye en büyük kötülüğü yapmış olursunuz.
Bugün son millî kahramanımız Atatürk’ün imajına en büyük zararı verenler ve Atatürk düşmanlarının ekmeğine yağ sürenler, onun eserlerini ve fikirlerini iyice anlamayan ve onu tabulaştıran fanatik Atatürkçülerdir. Sadece Atatürk rozetleri takarak gezmeyi, her sözlerine ve eylemlerine Atatürk’ü referans göstermeyi ve anıtlarına çelenk koymayı büyük marifet sayanlar, Atatürk’ün manevi hâtırasını en çok rahatsız edenlerdir. Atatürk’ün, yüce dinimizin milletçe anlaşılması ve Müslümanlığın bilerek yaşanması konusundaki çabalarını, inanca saygılı laiklik anlayışını görmeyerek, onun laiklik ilkesini sadece din ve devlet işlerinin ayrılması olarak görenler, Atatürk’ü büyük ölçüde halkımızdan koparmışlardır. Belirli ön yargıları veya tarihî kinleri nedeniyle, onun sigara ve içki kullanmasını, aleni ibadet etmemesini, ezanı Türkçe okutmasını, İstiklal Mahkemelerinin bazı din adamlarını astırmasını, Arap alfabesini değiştirmesini, kılık-kıyafet inkılâbını yapmasını dillerine dolayarak onu yıpratmaya çalışanlarla, Atatürk’ü putlaştırarak onu yıpratan sahte Atatürkçüler arasında hiçbir fark yoktur. Halbuki, Atatürk’e yöneltilen bu suçlamaların bir kısmı gerçek dışı, bir kısmı yaşandığı dönemin şartları içinde değerlendirilmesi gereken olaylar, bir kısmı da özel hayatı ile ilgili insanî zaaflardır. Bunlar, Atatürk’ün son Türk devletinin ve Cumhuriyetimizin kurucusu, Türklük şuurunun canlandırıcısı, modern hayata geçişimizin mimarı olduğu gerçeğini asla gölgeleyemez.
Sözün özü, ne tarihî dönemler, ne de millî kahramanlar dokunulmaz ve eleştirilmez değillerdir. Her dönemin sevapları ve başarıları kadar, günahları ve yanlışları da vardır. Her kahraman da, insandır. Zaafları, hataları ve yanlışları insan olmalarının bir sonucudur. Önemli olan dönemlerin ve şahsiyetlerin genel olarak değerlendirilip, zayıf tarafları kabullenilerek, olumlu yanları ve başarıları fazla ise yüceltilmesidir. Yoksa Don Kişot’un yel değirmenlerine savaş açması gibi, bir kurgudan ibaret olan televizyon dizilerine savaş açarak tarihimizi ve kahramanlarımızı yüceltemeyiz. Sadece gündemi boşuna meşgul ederiz. Eğer çok rahatsızsak, daha iyisini ve doğrusunu yapmalıyız.