Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ne oldu? Osmanlı yıkıldı, Avrupa ve Amerika, savaşın galibi ilan edildi. Ortadoğu haritası masa üzerinde cetvelle şekillendi, bu bölgede Batı kuklası yönetimler oluşturuldu.
İkinci Dünya Savaşı’nda çok sayıda insan öldü. Amerika yine galipti, dünya siyasi konjonktürünü dizayn etti. Bir/leş/miş Milletler ihdas edildi. Soğuk Savaş Dönemi’nin alt yapısı oluşturuldu.
Adı konmamış Üçüncü Dünya Savaşı aslında Soğuk Savaş Dönemi’nin kendisiydi. Egemen güçler, “savaş” sözcüğünü kullansalardı belki işlerini bu kadar kolay ve hızlı bitiremeyeceklerdi. Demir perde ülkelerinin yönetimleri yıkıldı, Rusya’nın dünya siyasetindeki ağırlığı kayboldu. Amerika yine egemen tek güç olarak dünyaya hükmediyor.
Dördüncü Dünya Savaşı’nı yaşadığımızı düşünüyorum. Binlerce, milyonlarca insanın ölmesi, şehirlerin yıkılması, bombaların patlaması savaşın görünen yüzü. İsrail’in, şu an Filistin’de, Lübnan’da yaptığı katliamlar bunu somutlaştırıyor. Ancak savaş sadece cephede olmuyor. Son yarım asırdır, savaş konseptinin değiştiğini, bölgesel olmaktan çıkarılıp bütün dünyanın savaş alanı ilan edildiğini gözlüyorum. Bu savaşın galibinin de İngiltere-Amerika-Siyonizm troykasının olduğunu değerlendiriyorum.
Savaşın galibi vardır, ancak kazananı yoktur. Kazanmak, kazanç elde etmektir. Kazanç, bir emek sonunda elde edilen olumlu, yararlı, hayırlı şeyin adıdır. Her galibiyet, kazanç değildir. Kazanma eyleminde kaynak, yöntem, sonuç daima meşru olmalıdır. Hırsızlık, gasp sonucu elde edilen mal mülk, bir kazanç değildir. Binlerce insanın öldürüldüğü savaşta galip gelen, sadece galip gelmiştir, savaşı kazanmamıştır.
Siyonist ve Evanjelist ahlakın taşeronu iri devletler, bu savaşların hep galibi olmuşlar, bana göre kazananı olamamışlardır. Savaş yapılan mekânların hiçbirinde savaş sonunda huzur sağlandığını, bir medeniyet inşa edildiğini görmüyoruz. Özgürlük, demokrasi götüreceklerini iddia ederek işgal ettikleri ülkelerde arkalarında gözyaşı, kan, yıkılmışlık, viranelik, huzursuzluk, bölünmüşlük, düşmanlık bıraktıklarını gözlüyoruz.
Üçüncü Dünya Savaşı, demir perde ülke yönetimlerinin yıkılmasıyla sonlanmış oldu. Dördüncü Dünya Savaşı farklı bir arenada zaten başlatılmıştı. Bu arena, sosyal hayattı. Huzurdan yoksun huzur evleri, anadan yoksun anaokulları, son dünya savaşının simgesel kurumlarıdır. Hedef, aileyi bitirmek, sosyal hayatı hercümerç etmek, insana şahsiyet, toplumlara millet kimliği kazandıran değerleri ölçü olmaktan çıkarmak. Bedenler yaşatılmalı, küreselleşme efsunuyla ruhlar öldürmeliydi.
Tarihin bilinen her döneminde obsesif ruh haliyle yaşadıklarını, özellikle bugünkü İsrail yönetiminin obsesif kompulsif, yani sürekli endişe duyma hastalığı içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu endişenin kaynağı, İncil ve Tevrat’ta kendilerine Tanrı tarafından verilen görevdir. Amalek, İsrailoğullarından önce Filistin, Kenan diyarında yaşayan topluluktur ve İsrailoğullarının vazgeçilmez düşmanıdırlar. Bu düşmanlık onların ruh ikizi olmuş, bu inançla sürekli düşman ve buna bağlı olarak bir endişe üretmişlerdir. İncil (Samuel 15/3)’de şöyle geçer: “Tanrı İsrail’e şunu emretti: Şimdi inin ve tüm Amalekli ulusunu-erkekleri, kadınları, çocukları, bebekleri, sığırları, koyunları, keçileri, develeri ve eşekleri- tamamen yok edin. Bu belki de Bibi’nin Filistinlilerle ilgili olarak Rabb’den aldığı emirdir.”
Gazze kasabı Netanyahu’nun “Kutsal kitabımız diyor ki, Amalek’in sana yaptıklarını hatırlamalısın. Şimdi git, Amaleklilere saldır. Onlara ait her şeyi tümüyle yok et. Hiçbir şeyi esirgeme. Kadın, erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.” hatırlatması yaptığını biliyoruz.
İsrail, savaş ve siyaset stratejisini Tevrat’ta kendilerine görev olarak verildiğine inandıkları emirler üzerine kurmuş görünüyor. İsrail, teopolitik yönetim ve ilişki anlayışına sahip. İsrail, iki bin yıldır bu inançtan hiç vazgeçmedi. Onun açık veya gizli yürüttüğü bütün politikalarının temelinde hep bu inanç ve kendilerine verilmiş bu görev vardır. Temel eğitimde, Tevrat’ın öğretileri okutulur ve benimsetilir. Çocuklar, uygulanan eğitimin eseri olarak şizofren yetişirler. Bencillik, narsistlik, büyüklenme, küçümseme, diğer milletleri kendilerine hizmetçi görme bozulmuş kişiliklerinin yansımasıdır artık. Takvası en yüksek Yahudi, dindaşı dışında en çok insanı öldüren, en çok fitne çıkaran Yahudi’dir.
Taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir. Eğitimde, ekonomide, sosyal olaylarda, sanatta Siyonistler hep var oldular, lokomotif görevi yaptılar. Dışlanmışlığın psikolojisiyle geliştirdikleri dominant davranışlar onları hep bir adım öne çıkardı, insanlık aleminde pek çok alanda söz sahibi yaptı. Küpün içinde ne varsa dışına o sızar misali, onların içindeki pislik dünyayı sardı, insanları huzursuz kıldı ve kılmaktadır.
Bütün dünya savaş alanıdır, savaş tek cephede yapılmaktadır. Bu cephe, içinde bulunduğumuz evimiz, şehrimiz, ülkemizdir. Bankalar, medya, eğitim kurumları, sanat dallarının pek çoğu Dördüncü Dünya Savaşı’nın enstrümanları olarak kullanılmaktadır. Bunun ne kadar farkındayız?
Bir de aramızda yaşayan beyni uyuşmuş, vicdanı körelmiş bedenler var ki, bu kargaşa ortamında Yahudi seviciliği yapmakta, insanlığı yok etmeye azmetmiş lanetlilere karşı bitaraf (tarafsız) olmayı savunmaktadırlar. Böyle bir ateş ortamında bitaraf olmak, bertaraf olmaktır. Bulunmamız gereken yer, insanlığın varlığını savunduğunuz, onurunu koruduğumuz taraftır.
İnsanoğlunun, kendi türüne bu kadar düşmanlaştırıldığı bir zamanı ben hiçbir tarih kitabında okumadım. İnsanların kendisiyle, hem cinsleriyle, eşya ile ve doğa ile barışık olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Bu yanardağ bir gün patlar. O gün, Dördüncü Dünya Savaşı’nın bittiği gündür.
Bütün savaşlarda olmadığı gibi son savaşın da kazananı olmayacak. Bu defa galibi de olmayacak. Sözde galipler, kendi ayaklarına kurşun sıktıklarını anlayacaklar. O dem, belki, bu sonucu idrak edecek kişi de kalmayacak.
Kurtuluşa erenler, tarafını yüksek sesle ilan edenlerdir.