Her tarafta bir düşman vardır. Hayat, mütarekesiz bir muharebedir. Varlığımızın gayesi ızdırap değilse onun hikmeti vücudu yok demektir. Zira hayatta sefaletten doğan ve bütün dünyayı kuşatan sonu gelmez ızdırabın bizatihi gaye değil de sadece araz olduğunu kabul etmek abestir. Her münferit felaket gerçekten istisna imiş gibi görünür. Fakat topyekûn felaket ve ızdırap değişmez kanundur.
Nasıl ki nehir bir engele rastlayıncaya kadar düzgün akar, aynı şekilde hayat da insanlar ve hayvanlar âleminde iradeye karşı koyan bir engel zuhur etmedikçe şuursuz ve dikkatsiz akar. Eğer dikkat uyarmışsa sebebi iradenin bir engele çarpması bir şoka uğramasından irademize karşı dikilen, onu kesen veya ona karşı koyan yani acı ve ızdırap veren her şeyi derhal ve apaçık hissederiz.
Bütün vücudumuzun genel sıhhatinin farkına varamayız da ayakkabımızın vurduğu küçük bir noktadaki mevzii ızdırabı olanca derinliği ile hissederiz. İşlerimizin iyi ve düzgün gidişini mühimsemediğimiz halde işimizi bozan en küçük bir hadise bizi fazlasıyla düşündürür. Şu halde refah ve saadet menfidir. Müspet olan yalnız ve yalnız ızdıraptır.
Her felakette her ızdırapta bu büyük teselli bizden daha bedbaht olanları düşünmektir. Bu çareye herkes başvurabilir. Dünyada bu yolla teselli bulamayacak insan yoktur. Fakat topyekun beşeriyet için bunun ifade ettiği teselli ne olabilir?
Kasabın kendilerini kesmeye karar verdiği bir zamanda bundan habersiz çayırlarda oynaşan hayvanlar misali mesut günlerimizde kaderin bize hastalık, körlük, cinnet v.s. gibi felaketlerden hangisi hazırladığını asla bilmeyiz.
Gemiye muvazene ve istikametini korumak için tayfa gerektiği gibi insana da daima bir miktar acı, ızdırap, sefalet, endişe lazımdır.
Izdırap, faaliyet, acı ve sefalet, işte hayatı boyunca insanlara isabet eden ikramiye budur.
İlk gençlik yıllarında sahnede cereyan edecek olayların sevinçli ve sabırsız bekleyişi içinde tiyatro perdesinin açılmasına sevinen çocuklar gibi ileride doğacak ve önceden hakkında hiçbir şey bilmediğimiz için bir nevi saadetle beklediğimiz kaderin karşısında bulunuruz. Gerçekten vaki olacak şeyleri bilen birinin nazarında çocuklar ölüme değil hayata mahkum edilmiş fakat haklarında verilen hükmün muhtevasından habersiz masum suçlulardır. Bununla beraber “Bugün fenadır, yarın daha fena olacak, ta ki günlerin en fenası gelinceye kadar.” diye ifade edebileceğimiz bir hali yani çok yaşamayı istemeyen de yoktur.
Yeryüzünde hüküm süren ızdıraplar, sefalet ve acılar düşünüldükçe bu dünyada hayat hadisesini icat etme bakımından güneşin ay ve veya herhangi bir diğer gezegen üzerindeyken daha fazla tesire malik olmaması yeryüzünde onlarınki gibi buzlu kristalden ibaret olması temenni ve tercih edilir.