Demokrasi, bütün dünyada çok tartışıldı. Hem de yüz yıllar ötesinden, daha da tartışması sürecek gibi. 16. Yüzyıl Fransa’sında Bodin, yazdığı “DEVLET” adlı eserinde; monarşi’yi savunur, yani hükümdarlığı. Gerekçesi şu. “Her ülkede bilgeler ve erdemliler çok az sayıdadır. Öyle ki çok defa, en sağlam, en değerli insanlar, tedbirsiz bir halk hatibinin veya hayâsız bir politikacının ihtirası yüzünden çoğunluğun baskısına boyun eğmek zorunda kalır. Oysa hükümdar, bu değerli azınlığı koruyabilir, kâmil ve dirayetli kimseleri işbaşına getirebilir. Halbuki halk veya zadegân hükümetlerinde akıllılarda, delilerde meclise girer”.
Böyle bir görüşün, yirmi birinci asırda tartışılmasını yadırgayabiliriz, hatta bazılarımız abesle iştigal ettiğimizi de düşünebilir. Lâkin, günümüz Türkiye’sinde çok değerli bürokratların, devlet adamlarının iktidar partisinin il ve ilçe teşkilatlarının kapılarını arşınladıklarına çoğumuz şahit olmuyor muyuz? Eğer buralara gidip boyun eğilmediği zaman sürgün yemiyor muyuz, işsiz kalmıyor muyuz? 17 Aralık’tan bu yana geçen iki aylık süre içerisinde yedi binlere dayanan Hâkim, Savcı, Emniyet görevlilerinin tayinlerini ne ile izah edeceğiz? Bu olay, insan onur ve haysiyetine ne kadar yakışıyor?
Ancak sekiz savcı değişikliğinden sonra Bilâl oğlanın ifade vermeğe gitmesini demokrasinin hangi maddesiyle bağdaştırıp, hangi ahlakî boyutuyla değerlendireceğiz?
12 yıldır ülkeyi idare eden iktidar, Türkiye de demokrasi olduğundan bahsediyor, hem de ileri demokrasi. Ama gelin görün ki, insan hakları ihlâlleri sıralamasında yüz seksen ülke arasında yüz elli sekizinci sıradayız. Daha hür, daha serbest yaşamak için gençliğimizi komünizmle mücadeleyle geçirdik. Bin dokuz yüz yetmişli yıllarda Hürriyet mücadelesi uğruna, Mamaklarda, Diyarbakır cezaevlerinde, metrislerde binlerce genç işkence gördü, bu yıllar, beş bin gencin ölümüne neden oldu.
Bütün bu mücadeleler, bakan çocuklarının yatak odalarında para kasaları, para sayma makineleri, banka müdürlerinin evlerinde milyon dolarlar bulunsun diye mi yapıldı, işkencelere bu sebepten mi duçar olundu?
On iki yıldır bu iktidarı savunan, üzerine toz kondurmayan Ali Bulaç, bakın ne diyor:
“Vecibeleri; ahlakın, dürüstlüğün, nezaketin, namuslu birey olmanın önüne koyduk.
İbadet ettiklerine şahit olmadığımız kişileri dindar saymadık. Onların ahlakına kıymet vermedik. İçki içen komşumuzu aşağıladık ama bağış adı altında rüşvet alan bürokratı, sırf namaz kıldığı için görmezden geldik. Kumar oynayan arkadaşımızla ilişkimizi kestik. Fakat partimize, cemaatimize haksız kazanç elde eden ‘yol arkadaşlarımızı’ baş tacı ettik”.
Gene bu konuda Cübbeli Ahmet Hoca: ” Ben diyorum para kasalarından, ayakkabı kutularındaki milyon dolarlardan ne haber? O diyor ki; 30 Mart’ta sandıkta görüşelim” yani ne kadar demokrat olduğunu göstermek istiyor.
Hâlbuki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; “sandık her zaman demokrasi değildir” diyor.
Eğer bütün bunlar benim ülkemde olacaktıysa, bir baba, sırtındaki çuval içerisinde taşıdığı çocuğunu hastaneye varmadan yolda kaybediyor, ölmüş çocuğu çuval içerisinde tekrar köyüne getiriyorsa, bu ülkede demokrasi olsa ne olur, komünizm olsa ne olur?
Bütün bunları yıllar öncesinden görüp, Türk milletini uyaran Alpaslan Türkeş, bu konuda bakın ne diyor:
” Ben Türk Milletini, sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, Rüşvet ve hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, Ahlâktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum. Türklük şuur ve gururuna, İslâm ahlâk ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası hak yolu, ALLAH YOLU’na çağırıyorum. Modern medeniyetin en ön safına geçmek üzere sıçramaya çağırıyorum.