İslâm’ın En Parlak, En Muhteşem Alâmeti Ramazanı Şerif Hoş Geldin! (1)

270

     Ramazan’ın Allah’ın Rububiyeti / tedbir ve terbiyesine, insanın sosyal ve özel hayatına, nefsin terbiyesine, İlâhî nimetlerin şükrüne bakan hikmet, gaye ve amaçları vardır.

     Cenabı Hak zemin yüzünü bir nimet sofrası olarak hazırlamış; Rububiyet, Rahmaniyet ve Rahîmiyetini bu şekilde kullarına sunmuştur.

     İnsanlar, gaflet perdesi altında ve sebepler dairesinde, o durumun ifade ettiği gerçeği tam göremiyor, bazen unutuyor! Ramazanda ise, inananlar birden düzgün bir ordu hükmüne geçer. Ezel Sultanı olan Allah’ın ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın “Buyurunuz!” emrini bekliyorlar gibi bir kulluk tavrı göstererek; o şefkatli, haşmetli ve çok yönlü Rahmaniyete karşı, geniş, büyük ve intizamlı bir ubudiyet / kullukla mukabele ederek / karşılık vermiş oluyorlar.

     Cenabı Hak, sayısız nimetlerine ücret olarak şükür istiyor. Çünkü o nimetlerin görünüşdeki sebepleri, tablacı hükmündedirler. İşte O’na teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya O’ndan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek; ancak o nimetlere ihtiyacını hissetmekle olur.

     Hem gündüzdeki yemekten yasaklanışı cihetiyle, “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların yenmesinde hür değilim. Demek başkasının malı ve nimet vermesidir. Öyleyse O’nun emrini bekliyorum.” diye nimeti nimet bilir. Mânen şükreder.

     İnsanlar maişet ve geçim bakımından, muhtelif / çeşitli durumlarda yaratılmıştır. Cenabı Hak, o çeşitlilik ve farklılıklardan ötürü, zenginleri fakirlere yardıma çağırıyor.

     Çünkü zenginler fakirlerin acınacak acı hallerini ve açlıklarını, ancak oruçtaki açlıkla tam olarak hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefsine düşkün çok zenginler; açlık ve fakirlik ne kadar acı ve o gibilerin; ne kadar şefkat, sevgi ve yardıma muhtaç olduklarını idrak edip anlayamazlar.

     Bu bakımdan insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, hakikî şükrün bir esasıdır. Hangi insan olursa olsun, kendinden bir cihetle daha fakiri bulabilir. Zaten ona karşı şefkat etmekle mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete / yardıma mükellef olduğu ihsan ve yardımı yapamaz. Yapsa da tam olamaz. Çünkü o hâletin acı gerçeğini, kendi nefsinde hissetmiyor!

     Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder / öyle sanır. Hadsiz / sayısız nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemez. Bilhassa, dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gasıbane, hırsızcasına İlahî nimeti hayvan gibi yutar.

     İşte, Ramazan’da en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik değil, hür değil, abd ve kuldur. Emrolunmazsa, en sıradan ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, vehmettiği / var sandığı rububiyeti / istediğini yapabilme zannı kırılır, ubudiyeti / kulluğu takınır, asıl görevi olan şükre sarılır.

     İnsanın nefsi gafletle kendini unutuyor! Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet / son  derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez.

     Hem ne kadar zayıf ve zevale / yokluğa maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez! Adeta polattan bir bedeni var gibi, ölümsüzcesine, kendini ebedî sanarak dünyaya saldırır. Şedid bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini tam bir şefkat ve sevgi ile terbiye eden Hâlıkını / Yaratanını unutur! Hem hayatının sonunu ve ahiret hayatını düşünmez. Kötü bir ahlâk içinde yaşar.

     İşte Ramazandaki oruç; en gafillere ve inatçılara, zaafını ve aczini ve fakrını hissettiriyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşündürüyor, midesindeki ihtiyacını anlamasını sağlıyor. Böylece, zayıf bedeni ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu idrak ediyor. Nefsin firavunluğunu bırakıp, tam bir acz ve fakr ile İlahî dergâha iltica edip sığınmaya bir arzu hissediyor. Böylece, mânevî şükür eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır. Tabii eğer gaflet kalbini bozmamışsa.

Önceki İçerikTürk İstiklâl Savaşı’nın Destanı:İstiklâl Marşı
Sonraki İçerikİstiklal Marşı kabulü ve Mehmet Akif Ersoy…
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.