İslâm Nişanı

63

    “Bismillah” sözcüğünü sırf dilimizle söylemekle yetinmek olmaz. Elbette “Bismillah”a sarılmanın ilk adımı sözel olacak. İkinci adımı ise gönülde yer tutmak, gönülde iz bırakmak, gönülde yerleşmek sûretiyle kendini göstermelidir. Üçüncü adımındaysa bu söz; sır, güç ve hissiyatımızda hâkimiyetini kurmak şeklinde tecellî etmelidir.

     Çünkü “Bismillah” lâfzını zikretmek; insanın sırf Allah’ı mânen görmesi, sırf O’nu bilmesi, sırf O’nu tanıması ve sırf O’nun istediği şekilde hareket edeceğini pekiştirmesi demektir. Yoksa sırf lâfını ettiğimiz takdirde, bu sözün bizleri düşüreceği durum bizleri düşündürmeli. Çünkü hiç insan, “Ateş, ateş” diyerek ısınabilir mi? Zehir içip de, zehirlenmeyeceğini sanmak kadar şuursuzluk olabilir mi?

    “Bismillah” kelimesinin etkili olacağına, tabii ki inanacağız. Fakat gereğini yapmak şartıyla. Ancak üstümüze düşeni yerine getirmekle bu tılsımlı söz etkisini gösterebilir. Kendisinden bekleneni verebilir. Tılsımın açılması ise, tam bir teslimiyetten geçer. Ancak kalbi selimle açılır.

     Hz. Mevlânâ bir gün talebeleriyle bir çayırlığa gider. Otururlar. Hz. Mevlânâ’yı çepeçevre sarıp   sohbetini dinlemeye başlarlar. Fakat hiçbir şey anlamazlar. Çünkü çayırdaki yüzlerce kurbağanın vırak vırakları, Hz. Mevlânâ’nın sözlerini bastırır ve anlaşılmasını engeller. Bu durum karşısında Hz. Mevlânâ, yerinden yavaşça doğrulur. Kurbağalara doğru döner. Yanındakilerin duyabileceği bir sesle şöyle seslenir:

    “Ya siz konuşun ben dinliyeyim. Ya ben konuşayım siz dinleyin!”

     Bir anda vıraklamalar kesilir. Çayırdan çıt çıkmaz olur! Nasıl oldu da, çayırlık sessizliğe büründü derseniz, derim ki: Hz. Mevlânâ Hazretleri, insan olarak yeryüzünün halifesi olduğunu kurbağalara karşı gösterebilmiş. Kendisine uymaları gerektiğini onlara hatırlatabilmiş. Daha doğrusu “Bismillah” kimliğiyle, “Bismillah” parolasıyla, “Bismillah” hüviyetiyle onların karşısına çıkmasını bilmiştir.

     Evet, “Bismillah” tılsımını bizim dudaklarımız da söylüyor. Söylüyor ama, dudaktan dudağa fark var! “Bismillah” lâfzını Papağan da söyleyebilir. Fakat ne olur? Ne olacak; sözü insan sözü, ama özü insan olmadığı için bir şey ifade etmez.

     İşte bizler de “Bismillah” lâfzını ağzımızdan eksik etmiyoruz ama papağancasına. Asıl olan ise insancasına söyleyebilmek. Lâkin sakın ha, bu sözlerim moralinizi bozmasın. Elbette herkes “Bismillah”ın hakkını tam olarak yerine getiremez. Bu bizi ümitsizliğe asla yöneltmesin. Çünkü ameller, niyetlere göre değer ve anlam kazanır. Biz her yerde, her zaman bu: “Ne büyük tükenmez bir kuvvet” olan “Bismillah” kelâmını söylemeli. Her yerde, her zaman bu: “Ne çok bitmez bir bereket” olan kelâmı dile getirmeliyiz.

     Çünkü niyetimiz hâlis, çünkü niyetimiz muhlis / ihlaslı, çünkü niyetimiz içten ve samimidir. İnşâllah bu parolamız, Allah katında makbul sayılacak, O’nun rahmet kapılarının açılmasına da vesile olacaktır. Bizler bu “Ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket” olan parola hükmündeki “Bismillah” kelâmını her fırsatta söylemekle, İlâhî mecrâda olduğumuzu da kanıtlamış oluyoruz. Mecrada olana ise netice müyesser olur. Öyleyse bu söze devam vesselâm.

     Kaldı ki “Yeis, mâni-i her kemâldir.” Yâni ümitsizlik, her gelişmenin engelidir. Yüce Allah’ın en sevmediği kul, kendisinden umudu kesen kimsedir. Velhasıl: “Ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket” olan “Bismillah” sözüne devam etmeliyiz. Çünkü bizler hep yolda olmakla yükümlüyüz. Vardırmak O’nun işi. Biz bize düşeni yapmaktan sorumluyuz. Tabii O’nun işine karışmamak da baş görevimiz. Hani karıncaya sormuşlar: “Nereye?” Cevap vermiş: “Kâbe’ye.” “Bu ayaklarla mı gideceksin?” diye sorduklarında ise şöyle karşılık vermiş: “Hiç olmazsa yolunda ölürüm ya!”

     Evet bizler yolunca, yolda olmaktan geri kalmayalım. Varırız varmayız, sonuç alırız almayız, o bizim işimiz değil.

     Öyleyse bizler İslâm Nişanı ve her hayrın başı olan “Bismillah” denen bu mübarek kelimeyi, ömrümüzün sonuna kadar parolamız olarak telâffuz etmekle mükellef ve yükümlüyüz.

Önceki İçerikTat
Sonraki İçerikBir insanın karakteri, o insanın kaderidir. – Heraclitus
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.