İslâm Felsefesi İlim Dalında Prof. Dr. SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY    

54

ile Din – Devlet İlişkisi Hakkında Konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Din ve devlet ilişkisi konusunda zaman zaman şiddetli tartışmalar olduğu görülmektedir. Konu ile alâkalı sorulara geçmeden Din – devlet münâsebetleri hakkında genel bir değerlendirme lütfeder misiniz?

Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay: Din – devlet münâsebetleri, dâima geniş, kapsamlı ve iddialı bir konu olarak gündeme gelmiş veya getirilmiştir. Böyle çok ihâtalı ve o derecede iddialı bir konuda yapılabilecek şey, bir takım kitaplardan bir takım mâlumatı aktarmak değildir. Diğer ülkelerin olduğu gibi Türkiye’nin de gündemini her zaman işgal eden, ülkemizin sosyal ve siyâsî hayatında mühim bir mesele olarak kendini gösteren bu problem etrafında bazı görüşler ileri sürerek ilgilenen kişileri düşünmeye sevk etmek olmalıdır.

Çetinoğu: Mükemmel bir giriş. Teşekkür ederim. Din ve siyâset münâsebeti her devirde tâzeliğini ve canlılığını korumuştur. Neden?

Prof. Bolay: Çünkü hangi din olursa olsun, dinlerin milyonlarca veya milyarlarca mensubu ve mümini var. Bu durum, siyâset açısından bakıldığında, siyâsetçi için bulunmaz bir hazine, her zaman işletilmeye müsâit çok kıymetli bir mâdendir. Bu mâden târih boyunca çok farklı şekillerde işletilmiştir. Bunun yanında, siyâsetçiler, samîmi dindar oldukları zaman, mensup oldukları dinin inançlarını yaymak vazifesini de üstlenmişlerdir. Bugün İran’da olduğu gibi, doğrudan doğruya din devleti de olabilir, yâni devlet dînî esaslara dayanarak kurulmuş ve tespit edilen dînî ideallere göre faaliyette bulunurlar, Katolik ‘Vatikan Devleti’ gibi.

Çetinoğlu: Söyledikleriniz beşerî dinlerde de geçerli mi?

Prof. Bolay: İster ilâhî dinler isterse beşerî dinler olsun, hepsi şöyle veya böyle siyâsete karışmışlardır ve karışmaktadırlar. Tanrı ve âhiret inancı olmayan Hinduizm ve Budizm gibi beşerî dinler, büyük halk kitlelerine sâhip oldukları için iktidarlar üzerinde kontrolde bulunmak, bu kontrollerini artırmak, daha çok hak ve hürriyet elde etmek için o kitleleri her zaman yönlendirirler. Aynı zamanda dünyâda müminlerini artırmak, daha çok yayılmak ve ideoloji hâline gelerek maddî gelirler de elde etmeyi hedefliyorlar. Fakat bu adı geçen dinlerden ikincisi, ilkine alternatif olarak ortaya çıktığı hâlde, ikisi de ‘kast’ sistemini kaldıramamıştır.

Mûsevîlik’te: İlâhî dinlerden Mûsevîlik, kendisini Yahûdî milletine hasrettiği için o, şeriat devleti olmak mecbûriyetindedir. Zâten târihlerinde Hz. Mûsa, Hz. Hârun, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman gibi bizim de peygamber olarak inandığımız ve sevdiğimiz peygamberler, aynı zamanda devlet başkanları idi. Yâni Hz Mûsa’nın kurduğu devleti asırlarca idâre ettiler. Bu da günümüze İsrail şeriat devleti olarak yansımaktadır. Hem öyle bir yansımaktadır ki, bu şeriat devleti, inançlarına şiddetli bağlılıktan dolayı günlük hayatı da âdeta felç etmektedir. Nitekim günümüzde de cumartesi dînî/resmî tâtil günü (şabat) olarak lokantalar açılmamakta, otellerin asansörleri bile çalışmamaktadır. Yâni inançtan dolayı âdeta hayat durmaktadır. Tevrat’ta bildirilen ‘Arz-ı mev’ud = va’edilmiş topraklar’ı ele geçirmek, bu devletin en büyük ideali ve itici gücü olmaktadır. Dolayısıyla ilâhî din olarak Mûsevîlik, tam bir şeriat devleti kurmuş olup siyâseti yönlendiren en büyük etken olmaktadır. Böylece siyâset dinin tamâmen hizmetinde olmaktadır.

Çetinoğlu: Hıristiyanlıkta durum nasıl?

Prof. Bolay: Hıristiyanlıkta, Hz. İsa’nın hükümdarlığı yok. Zâten peygamberliği üç sene kadar sürmüş. Fakat ‘İktidar tanrı’dan neşet eder.’, ‘İktidar sadece Allah’a âittir ve mevcut olan iktidarlar da O’nun tarafından tesis edilmiştir. (Nur Vergin, ‘Din ve Devlet İlişkileri: Düşüncenin Bitmeyen Senfonisi’, Türkiye Günlüğü, S. 72, Ankara 2003, s. 46’dan naklen) diyen havarilerden Aziz Paul (Pavlus) ve arkadaşlarının gayretleriyle, Roma İmparatorluğu içinde Hıristiyanlık hızla yayılmaya başlayınca sırf siyâsî endişelerle imparator, bu dinin yayılmasını destekledi. Böylece Saint Paul, Roma İmparatorluğu’nun gölgesinde kendi Mânevî ve maddî imparatorluğunu kurmanın yolunu açtı. Burada da yine din, siyâsetin hizmetine girmiş olmaktadır.

Daha sonraki asırlarda Hıristiyan âleminde din devletinin değil, ilâhî devletin teorileri yapıldı. Çünkü Hıristiyanlığın, din olarak, bilim, siyâseti ve hayatın her köşesini ilgilendiren hükümleri yok sayılır. Dolayısıyla bunlar üretilmek zorunda idi. Böylelikle sonrada kurulmuş olan Kilise, âdeta yeni bir din oluşturdu. Papalar, iki bin senedir, dünyâ iktidarı peşinde koşup durdular.

St Augustine (354-430), devletin oynayacağı rolün alanını daraltarak ‘devlet, yoldan çıkmış insanların kötü eğilimlerinin önüne geçmesi için ilâhî canipten görevlendirilmiş dünyâya bakan/maddî zorlayıcı bir araçtır.’ (Cameron McDonald, Wes-tern Political Theory, New yok 1968, s. 9’dan nakleden Lokman Tayyib, Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, İlke yay, İstanbul 1996, s.39.) Bu kilise babası, Tanrı Devleti adlı eserinde Dünyâ Devleti’nin Gökyüzü Devleti ilkelerine göre yönetilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Bu anlayışın Rönesans’tan sonra batı ülkelerinde birçok yansımaları olmuştur.

Dinler Açısından Din-Siyâset Münâsebeti: Din veya dinler açısından bakıldığında ise durum fazla değişiklik arz etmez. Her dinin bir ferdî, bir de sosyal yönü vardır. Her din, bireyden topluma ve oradan da insanlığa hitap etmeyi ve ona ulaşmayı hedef alır. Zira bütün dinler, en ilkel din de olsa, kendi inançlarını yaymak, varlığını geliştirerek korumak ister. Bu da toplumla iyi bağlar kurarak ve yeni müminler, hatta yeni taraftarlar kazanmakla olacaktır. Bunun için halkın ve bütün insanların maddî ve Mânevî ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni inançlar, yeni fikirler geliştirmesi lâzımdır. Toplumda yerleşmiş yanlış inançları, davranışları düzeltmek, zulme, kötülüklere karşı durup onlarla başarılı mücadele etmek, yoksulun kimsesizin, acın ve fakirin hâmisi olmak, hurafelerden zihinleri arındırmak ve bilhassa adaleti toplumda hâkim kılmak için mücadele etmek gibi hususlar, dinlerin yayılmasının şartlarıdır. Fakat bunların yanında siyâsî kudretin de desteğini almak mecbûriyetindeler. Çünkü siyâsî kudret ve devlet ile çatışmak, devletin o dini yasaklaması tehlikesini getirebilir.

Öte yandan dinler, bilhassa ilâhî menşeli dinler, insanlara günlük meşakkatli ve zevkçi hayatın üstünde ideal bir ahlâkî hayat vaat ederler. Mânevî huzur dolu bu hayatın âhiret uzantısı da düşünülünce, bu idealin gerçekleşmesi için dinler, mutlaka siyâsetin mutlak desteğine ihtiyaç duyarlar. Bundan dolayı, din açısından siyâset bir zaruret olarak kendini gösterir.

Siyâsetin yapısında hâkimiyet, hükmetme ve meşrulaştırma esastır. Bu meşrulaştırma evvela, kavramlarda kendisini gösterir. Yâni siyâsî kavramlara siyâsetçiler ve nazariyeciler ihtiyaç duydukları anlamları yüklerler. Bu sebeple siyâsetin belli başlı kavramlarına bir göz atmak yerinde olur. Bunları şöylece tespit etmek mümkündür:

Fert, toplum, iktidar, devlet, meşruiyet, yönetim, hükümet, hâkimiyet, hak, hukuk, kanun, bürokrasi, demokrasi ve tabîi ki laiklik ile milliyetçilik.

Dinler de genel olarak bu kavramlara itiraz etmezler. Büyük dinlerin daha faklı kavramları olmakla beraber, bu kavramların çoğu dinlerin kavramlarıyla örtüşür veya siyâsetle ortak kavramlara sâhiptirler. Meselâ İslâmî siyâset ve devlet yapısında her biri Kur’an-ı Kerîmde, defalarca zikredilen ve mânâları da kolayca anlaşılabilen şu kavramlar var: Tevhîd, bey’at (biat), itaat, hilâfet, şûra, mülk, hüküm/hükmetmek, adalet, velayet, emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker, ehliyet ve emanet. Bunlara başka kavramlar da ilâve edilebilir.

Şimdi bu kavramların bazılarına şöyle bir göz atalım:

Fert: Fert kelimesinin mânâsı, bölünmez parça olmakla beraber toplumun bölünmeyen en küçük unsuru olan varlık da fert veya ‘tek insan’dır.

Toplum: Toplum ise fertlerin bir araya gelerek teşkil ettiği canlı ve şuurlu bir bütündür. Fertler nasıl kendilerini yenilemek ve aşmak mecbûriyetinde iseler, toplumlar da fertten daha fazla kendilerini yenilemek ve aşmak mecbûriyetindeler. Aksi takdirde yaşamak imkânına sâhip olamazlar. Yaşasalar bile müstakil ve bağımsız olarak yaşayamazlar. Onlar da dünyâdaki gelişmelere, değişmelere paralel olarak kendilerine lâzım olan uyumu sağlamak ve kendilerini aşmak durumundalar. Bu açıdan toplumlar, insanların emniyetini, temel ihtiyaçlarını sağlamak amacına yönelik olarak faaliyet gösterirler. Böyle bir toplum esas itibariyle ortak bir kültürün eseridir.

Burada sivil toplum ile onun mukabili olan toplumu yâni siyâsî toplumu ayırmak zorundayız. Çünkü sivil toplum, devlet, hükümet, siyâsî partiler ve askeriye gibi resmî-siyâsî güçlerin tesirinden âzâd olmuş toplum demektir.

Siyâset: Siyâset’in değişik târifleri olmakla beraber ‘Devleti her alanda idâre edecek kuralların bütünü’ olarak tarif etmek mümkündür. Siyâsetin yapılabilmesi için uygun ortamın bulunması lâzımdır. Her ne kadar siyâset yapacak ortamı demokratik zihniyet ve anlayışın sağlayacağı ve ancak demokratik bir ortamda siyâset yapılabileceği söylenir durursa da, bundan demokratik zihniyetin olmadığı zamanlarda ve toplumlarda yapılan idârelerin siyâset olmayacağı mânâsı çıkmaz. Şöyle veya böyle onlar da siyâsettir. Siyâset felsefesi, ahlâk felsefesi ve bizzat ahlâkın kendisi gibi, olanı değil, olması gerekeni ele alır. Bu bakımdan toplumların gelecekte nasıl idâre edilmesi gerektiğini ortaya koyabilmek için toplumların dününü ve bugününü de inceleyerek mukayese imkânına kavuşur.

Devlet: Yunan filozofları, umumiyetle, tabiatı icabı, insanın ‘siyâsî bir varlık’ olduğuna kanidirler. İnsan bir devlet içinde yaşamak mecbûriyetindedir. Aristo, siyâsete dair kitabının baş taraflarında, devletin, ‘tabiatın maksatsız hiçbir şey yapmadığı teo-lojik bir sürecin mahsûlü’ olduğunu söyler. Ona göre devlet, en yüksek iyiliği hedefler. Bu sebeple de devlet, insanını, toplumların ve insanlığın kemâle/olgunluğa ve mutluluğa ulaşabileceği yerdir. Yâni devlet, ferdin maddî ve Mânevî her türlü tatmine ulaştığı yer olarak görülmüştür. Devlette temel olan meşrûiyettir. Bu meşrûiyet içeride millet tarafından ve hukukî kurumlarca dışarıda ise yabancı ülkelerce kabul görmek suretiyle kendini gösterir.

Çetinoğlu: Batı’da devlet-din münâsebetlerine bakabilir miyiz Hocam?

Prof. Bolay: Avrupa ülkelerinde devlet anlayışı daha çok Rönesans’tan sonra gelişmeye başlamıştır. Bu cümleden olarak ortaya çıkan siyâset felsefeleri, din-devlet münâsebetlerini farklı şekillerde ileri sürmüşlerdir. Bossuet, Calvin ve Luther gibi papaz-ilâhiyatçı nazariyecilere göre, devletin dinden müstakil bir varlığı yoktur. Dolayısıyla devlet âdeta bir ‘Kilise devleti’dir.

Makyavel, Hobbes, Montesquieu ve Rousseau gibi siyâset filozoflarına göre de devlet, dini emri altına almalı ve din mutlak surette devlete tâbi olarak onun emrinde olmalıdır. Hobbes, dinin kişiye olduğu kadar topluma ve devlete de lâzım olduğuna kanidir. Bundan dolayı dini ve dînî hayatı devlet belirlemelidir. Mühim olan dinin devlet için bir tehdit ve tehlike olmaktan çıkarılmasıdır. Bunun için din işleri ile siyâsî işleri tanzim etme hakkı birbirinden ayrılmamalıdır. Bunun neticesi olarak da ‘Devletin hizmetinde ve emrinde bir Kilise’ anlayışı kendini gösterir. Rousseau’ya göre de din siyâsetin yedeğinde ve onun güdümünde olmalıdır.

Çetinoğlu: Din-devlet ilişkilerinin uzaktan görüldüğünden daha netâmeli bir konu olduğu anlaşılıyor. Hegel’in de bu konuda beyanları var…

Prof. Bolay: Almanların ve batının büyük filozofu sayılan Hegel ise devleti, mutlak din dediği Hıristiyanlığın Tanrısının yeryüzündeki tek ve en büyük temsilcisi saydı. Bu temsilciği de Alman milletine ve devletine hasretti. Ona göre dünyâyı idâre etmesi gereken ‘Cermenlik ruhu’dur.

Çetinoğlu. Dünyânın sonunu getirecek cihan savaşına sebebiyet verecek bir iddia. Bu düşünceyi destekleyenler de karşı çıkanlar da vardır mutlaka…

Prof. Bolay: Sosyolojinin ve pozitivist felsefenin kurucusu olan Auguste Comte ‘Pozitivizmin İlmihali’ adıyla dilimize çevrilen ve Millî Eğitim Bakanlığı’nca iki defa basılan kitapta şöyle veya böyle ruhbanlığın bulunmadığı bir toplumun kendi kendisini idâme ettirmesine ve gelişmesine de imkân olmadığını bildirir. Her türlü metafiziğe savaş açmış olan bu filozofun, Tanrı’nın yerini ebediyen beşeriyetin aldığını söylerken toplumun mevcudiyetini ve gelişmesini ruhbanlığa bağlaması şaşırtıcı değil midir? Artık insanlık ve toplum tanrılaştığına göre, din de onların tespit ettiği amaçlara ulaşmakta sadakatle hizmet verecektir. Toplumların ve insanlığın ilerlemesi de inancın ve bu yeni dinin gölgesinde ve refakatinde gerçekleşecektir. Tabii ki bu anlayışta ‘Allah’ın rızâsı’ değil toplumun ve yeni tanrı olan insanlığın rızası esas olmaktadır.

Liberalizmin babası sayılan İngiliz filozofu John Locke (1632-1704) Treatise of Civil Government (New yok 1968, s. 88) adlı eserinde devletin nihaî gayesinin ‘insanların hayatlarının ve refahlarının korunması’ olarak belirtmektedir. Gerçi o da din ile siyâsetin ayrılmasını, kilise’nin devlet karşısında bağımsız kılınmasını istemiştir. Fakat o dönemde bu fikrin bir yankısı olmamıştır. Gerek Augustine gerekse J. Locke, devlete koruyuculuk rolü biçmektedirler. Bu da müspet olmakla berâber sınırlı bir roldür. Halbuki İslâm’da devletin rolleri arasında koruyuculuk olmakla birlikte ‘takva’ sâhibi insanların yetiştirilmesi, Emr-i bil ma’ruf ile sosyal açıdan kontrol edilmesi ve böylece iyi ve huzurlu bir hayatın teşvik edilerek yaygınlaştırılması, böylece Müslümanların âhiret hayatının huzurlu olarak hazırlanmasının şartların hazırlamak vardır.

Çetinoğlu: Sözün burasında; İslâm’da devletin gayesinin ne olduğunu sorabilir miyim?

Prof. Bolay: Bu soruya Âl-i İmran suresinin 103-104. âyetlerina dayanılarak cevap verilebilir: ‘Müslümanların birliği ve iş birliği için bir çatı sağlamak; sınırları korumak, barışı tesis etmek, insanların ortalama hayat seviyelerini yükseltmektir. Onları her türlü baskıdan, zulümden uzak tutmak, dengeli bir sosyal adâleti tahakkuk ve tekâmül ettirmek eşitlik ve adâleti sağlayan, kötülüğe karşı iyiliğe çağıran, yanlışa karşı doğruyu savunan bir topluluk meydana getirmektir. Muhammed İkbal’le beraber İslâm’da devletin maksadı: ‘İslâmî ilkeleri kabul etmek ve târihteki belirli insan örgütlenmelerinde gerçekleştirmektir.’

Çetinoğlu: Hepsi bu kadar mı?

Prof. Bolay: İslâm’da devletin amaçları bunlardan ibâret değildir elbette. Bu saydığımız gayeler kadar hattâ onlardan daha mühimi, müminlerin âhiret hayatındaki ebedî kurtuluşu ve huzurunun temin edilmesi yolunda gereken şartların hazırlanmasıdır. Bu gaye, büyük bir önem arz etmektedir. Zira İslâm’da siyâsetin ve devlet anlayışının zarûreti burada kendini göstermektedir.

Günümüz devlet anlayışında böyle bir gaye yer almaz. Çünkü modern devlet anlayışı, laik, maddeci veya ateist temellere dayanır. Hıristiyanlar ve Mûsevîler âhirete inanmakla birlikte batı dünyâsında gelişen ve yerleşen devlet kavrayışında insanların ebedî hayatı kazanması için bir endişe ve bu yolda bir gayrete yer verilmez.

Devlet kavramına Kur’an’da ve Peygamberimiz döneminde rastlanmaz. Kur’ân-ı Kerîm sâdece teşkilatlı otoriteden bahseder, bu da hâkim olan otoritenin menşei olarak bizzat Allah’a âittir. ‘Devlet’ kavramı ilk defa Abbasî devletinin kuruluşu sırasında bu yeni devlet için kullanıldı Yâni Emevîler bile bu tâbiri kullanmamışlardı. Bu kavram, genel olarak, otorite ve idâre anlamlarını ihtiva etmektedir.

Çetinoğlu: Modern anlayışa göre devlet farkı târif edilmektedir…

Prof. Bolay: Modern anlayışta devlet, genel olarak ‘Sınırları belli bir toprak parçası üzerinde teşkilatlanmış ve bağımsız bir hükümete sâhip olup mensubu bulunduğu toplumun idârecisi ve temsilcisi olan topluluktur.’ Şeklinde târif edilir.

Çetinoğlu: İktidar’, ‘meşruiyet’, ‘demokrasi’ ve ‘laiklik’ kavramları da söz konusu. Bu kavramlar hakkında neler söylemek istersiniz?

Prof. Bolay: ‘İktidar Devletin hâkimiyet kurma, toplumun kendi irâdesini hâkim kılma kudretidir. İktidarsız devlet olmaz; ama iktidara gelmek, her zaman, devlete tam hâkim olmak anlamına da gelmez.

Meşruiyet İktidara gelişin veya iktidarın; hukuk kaidelerine ve kanunlara uygun bir zemine sâhip olması, dolayısıyla devletin ve hükümetlerin hukukî dayanaklarının bulunması, bu dayanaklardan destek ve kuvvet almasıdır.

Meşruiyet, iktidara gelişin hukuk kuralları içinde olması ise meşruiyetin ölçüsü de kanun hükümlerine uygun iktidar olduktan sonra bu kural ve yasa hükümlerine uygun olarak devleti ve ülkeyi yönetmedir.

Milletin ve yabancı devletin bir devletin varlığını kabul etmesiyle meşruiyet ortaya çıkar. Milletin egemenliği yerleşince ve perçinleşince devlet ancak meşruiyet ve yapı kazanır.

Demokrasi Çağımızda demokrasi kavramı, boyuna içi değişik şekillerde doldurulan ve boşaltılan bir kavram olarak kendini göstermektedir. En geniş manâsıyla siyâsî iktidarın halkın iradesine dayandığı idâre şeklidir. Çağdaş demokrasilerde şu üç ilke hâkim unsurlardır:

1-Çoğunluğun yönetim hakkı, 2- Siyâsî eşitlik, 3- Azınlığın çoğunluğun baskısından ve zulmünden korunması.

Son ilkenin gerçekleşmesi için hâkimiyetin/egemenliğin yürütme, yasama ve yargı hâlinde kuvvetler ayrılığı ilkesine göre bölünmesi ve bu üç kuvvetin birbirini denetlemesi gerekir.

İslâm dünyâsında, önceki dönemlerde demokrasiden bahsetmek mümkün görülmüyor. Bu da daha çok 19. asırdan itibaren geliştirilen bir kavram sayılır. Ama Osmanlıda Nâmık Kemal, demokrasi yerine ‘Bey’at/biat’ kavramını kullanıyordu. Gökalp ise demokrasi karşılığı ‘Halkçılık’ kavramını geliştirmişti.

Laiklik Bu kavram da esas olarak batıdan gelişerek yerleşmiş bir kavramdır. Belki de dini en çok ilgilendiren kavram budur. Bizde ‘laicite’ ve ‘laisizm’ dâima karıştırılmış olmakla beraber kavramın târifinde de bir türlü ittifak sağlanamamıştır. Sağlanması da mümkün değildir, böyle bir şey de beklenmemelidir. Çünkü muhtelif devletlerde bu kavrama yüklenen mânâlar, dâima değiştiği gibi uygulamalar da değişmektedir. Bu bakımdan laiklik ‘Din ve devlet işlerinin ayrılması, özellikle bizde, dinin devlet işlerine karışmaması, devletin dinlere eşit mesâfede durması’ gibi târifler, yanlış anlamalara ve yanlış uygulamalara meydan vermiştir. Çünkü din ve devlet işlerinin ayrılması, dinin toplum dışı bırakılmasına yol açtığı gibi, devletin dinin her alanına müdahale etmesine ve dini istediği gibi şekillendirmeye yol açmıştır. Devletin dinlere eşit mesâfede durması ise bir kandırmaca olup aslında gerçekleşmesi mümkün olmayan bir anlayıştır. Çünkü her iktidar, oy aldığı büyük kitleyi her şeyden daha çok kollamak ve onların ihtiyaçlarını öncelikle karşılamak durumundadır. Başka oyları kazanmak için uğraşmaktan evvel kendi taraftarlarını kaybetmek ve muhafaza etmek mecbûriyetindedir.

Laiklik için aslında modernite ile ilgili olduğundan aydınlanmadan bu tarafa gelişen anlamıyla ‘Muteal’in mündemiç kılınması’dır demek daha doğru olur. Ülkemizde devlet, nüfusunun % 99’u Müslüman bir ülkenin devleti olduğu hâlde ve siyâsîler, Müslüman olmakla beraber, İslâm’dan dâima korkmuşlar, dolayısıyla Müslümanlığa ve Müslümanlara dâima baskı uygulamışlardır. Buna mukabil Türkiye deki İslâm dışı inançlara ve diğer dinlere dâima müsamaha gösterilmiş ve onların gelişmesi şöyle veya böyle desteklenmiştir. İslâm ve Müslümanlar, dün olduğu gibi bugün de potansiyel tehlike olarak görülmüştür. Bundan dolayı Prof. Dr. Osman Turan merhum: ‘Durum batı ülkelerinde farklıdır. Katolikliğin hâkim olduğu bir ülkede mesela İtalya, İspanya, Fransa gibi ülkelerde Protestanlık gelişemediği gibi, Protestan bir Prof. Katolik okuluna veya üniversitesine tâyin edilemez. Katolik olmayan bir siyâsetçi kolay kolay iktidara gelemez. Durum Protestan olan ülkelerde de farklı değildir. Dolayısıyla her dine aynı mesafede durmak sözü bir aldatmacadan ve bir masaldan ibarettir.’ diye yazmaktadır.

Çetinoğlu: ‘Laiklik’ kavramının bizdeki durumuna da kısaca göz atarak bu muhteşem röportajı bitirebilir miyiz Efendim?

Prof. Bolay: Eğer laiklik, başka inançlara saygılı ve hoşgörülü davranmak ise, bunu İslâm dünyâsı, medeniyeti ve özellikle Selçuklu, Osmanlı asırlarca en iyi şekilde uygulamıştır. Batı dünyâsı, Avrupa Parlamenterler Meclisi, bu konuda örnek vermek mecbûriyetinde kalınca Endülüs İslâm devletinin ve Osmanlının uygulamalarını örnek göstermek durumunda kalmaktadır. Çünkü onların târihine böyle bir örnek yoktur. Hattâ liberalizmin babası sayılan John Locke, 17. asırda ilk defa bir ‘Hoşgörü Risalesi’ yazmak ihtiyacını duymuş, fakat risâlesinde Katoliklere ve ateistlere mahkemede şâhitlik yapma hakkı tanımamıştır. (Bu risale dilimize de çevrilmiştir.)

Fransız araştırmacı Gilles Keppell ve 10 arkadaşının on sene süren araştırmaları neticesinde, Türkçeye ‘Tanrının İntikamı’ adıyla çevrilen bir kitap yazmışlardır.  Keppell’in bildirdiğine göre: 1975’ten beri Yahûdîler, Hıristiyanlar, bilhassa Kuzey Amerika Protestanları ile bir kısım Müslüman gruplar, yüz binlerce laiklik aleyhtarı yetiştirerek laik idâreleri yıkmak ve laik idârelerden Tanrı’nın intikamını almak için mücâdele etmektedirler.

Çetinoğlu: Son cümlenizi bir başka röportajda mercek altına almak isterim. Efendim, zaman ayırdığınız, fevkalâde yeni ve alâka çekici bilgiler verdiğiniz için teşekkürlerimi sunarım. Sağolunuz.

SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY      1937 yılında, o dönemde Konya’nın, günümüzde ise Karaman’ın ilçesi olan Ermenek’te doğdu. İlkokulu Konya’nın Taşkent ilçesine bağlı Bolay kasabasında, ortaokulu ve liseyi Konya’da, üniversiteyi Ankara’da okudu.       Türkiye’de felsefe ilminin gelişimine önemli katkılar sağlamış isimlerden birisidir. Bugüne kadar çok sayıda eser sunan ve eserleri ile önemli çalışmalara imza atan Süleyman Hayri Bolay, dini konulara da farklı bir yaklaşım açısı ile bakmıştır. Başta İslam Felsefesi olmak üzere Batı Felsefesi, Osmanlı Düşünce Hayatı gibi konular üzerinde önemli eserler yazdı.      1961 – 1969 yılları arasında öğretmenlik yaptı. Askerlik vazifesini ifa ettikten sonra 1971’de Ankara Üniversitesi Felsefe Târihi bölümünde asistan oldu. 1975’te doktor, 1980’de doçent unvanlarını aldı.  Sorbon Üniversitesi’nde araştırma yaptı. 1982 yılında Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1984 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan yardımcılığına tâyin edildi. 1987’de Hacettepe Üniversitesi’nde Felsefe Târihi profesörlüğününe getirildi. 1996 yılında Gazi Üniversitesi’nde bölüm başkanlığı yaptı.      Felsefeye Giriş, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücâdelesi, Felsefe Dünyasında Gezintiler, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Kur’an’da İman ve Siyasi, Ekonomik ve Kültürel Boyutlarıyla Küreselleşme, Tanzimat’tan Günümüze Türk Düşünürleri isimli eserleri yayımlandı. 
Önceki İçerikSatır Aralarından Anladığımız! Bir 30 Ağustos Çıkarımı…
Sonraki İçerikTablacı
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.