Hürriyet, Adalet, Meşveret, Şura, İstişare, Meşrutiyet / Demokrasi ve Cumhuriyet mefhum
Ve kavramları; kimilerince yanlış anlaşılıyor, yanlış yorumlanıyor!
Bu yüzden İslâm’da yok sayılarak karşı çıkılıyor!
Oysa “Tebeddülü esma ile hakikat tebeddül etmez.” / “İsim değişmekle, hakikat değişmez.”
Farklı isimlerle anılış; gerçeklerin gerçekliğini ve doğruluğunu inkâr ettirmez.
Aynı mâna; her millette, her dilde farklı kelimelerle ifade edilse de,
Kelimelerin rûhu olan mâna; asla değişmez.
Meselâ su’ya, taş’a, insan’a ve diğer varlıklara; ne isim verilirse verilsin;
O şeyin mahiyet ve maddesi değişmez. Nitekim, su’ya: Water, su, ma ve âb deyin fark etmez.
Çünkü hepsi de, bildiğimiz su’yun; çeşitli lisanlardaki ifade ediliş şekilleridir.
İşte bunun gibi; Meşveret, Meşrutiyet ve Demokrasi gibi, bazı kelimeler;
İfade ettiği mânalar hesaba katılmadan; sırf telâffuzundan ötürü
“Küfür Rejimi”ni ifade ediyor (!) denilerek; bu nevi kelimeler reddediliyor, onlara karşı çıkılıyor!
Farkında olmadan, Hz. Muhammed zamanında uygulanan “Meşveret Modeli”ne açılan kapılar,
Şuursuzca kapatılmak isteniyor!
İşi ehline / bilene sormak demek olan “Danışma / İstişare”yi, bir kenara itiyoruz! Halbuki:
“Ve işini onlara danış / istişare et.” (Âl-i imran:159) “İşleri, aralarında danışma / istişare iledir.”
(Şura: 38) âyetleri Meşveret’i nazara vermekte. Kaldı ki, Hz. Peygamber; hakkında vahiy
Olmayan her mes’eleyi ashabı / sahabeleriyle istişare etmiş / onlara danışmıştır.
Asr-ı Saadet / Hz. Muhammed’in zamanında ve Dört Halîfe devrinde,
Bunun çok güzel örnekleri var. Çünkü Kur’an’da geçen “Şura” ve “Meşveret”
Mefhum ve kavramları; Meşrutiyet, Demokrasi ve Meclis / Parlamento anlamındadır.
Evet Hürriyet, Meşrutiyet ve Demokrasi demek olan Cumhuriyet; aslında Adâlet, Meşveret /
Ekseriyetin yani çoğunluğun görüşüne göre hareket etmek
Ve Kanun’da İnhisar-ı Kuvvet / gücün sınırlandırılmasından ibarettir.
Fakat, gerçek bu olduğu hâlde, İslâmiyetin özünü terk ederek,
Sadece zâhirine, dış görünüşüne baktık! Sırf ona nazar ettik! Tabii ki aldandık!
Kötü ve yanlış bir anlayışın zebunu olduk! İslâmiyete yakışır bir tavır alamadık!
İslâmiyete uygun bir vaziyete bürünemedik! İslâmiyete lâyık olduğu hürmeti gösteremedik!
Âdeta onun bizden uzaklaşmasına zemin hazırladık!
Sanki, O da bizden kendini saklamak zorunda kaldı!
Çünkü biz; Yahudi ve Hristiyanların inanç, ahlâk, tarih ve efsaneye dayalı kültürünü,
Yani İsrailiyyatı; İslâm’ın usûlüne / kaide ve esaslarına karıştırdık!
Zamanla inanç hâlini almış olan dinsel hikâyeleri; İslâm’ın akaidine /
İmanla ilgili esas ve hükümlerine bulaştırdık!
Mecazatı / mecazları; İslâm’ın gerçek ve doğruları imiş gibi algıladık!
Kısaca, İslâm’ın muhteva ve içeriğini takdir edemedik!
Ne doğru dürüst idrak edebildik, ne de hakkıyla içselleştirebildik!
İşte bu yüzden, İslâmı yanlış anlamaktan kaynaklanan, acı bir sonuçla karşılaştık!
Zillet içine düştük! Hor ve hakir görünür olduk!
Maddî ve mânevî bir yoksulluğun tam ortasında bulduk kendimizi!
Batı karşısında, Büyük Türk Milleti olarak;
İslâm’ın şeref ve haysiyetine yakışır bir yükselişe eremediğimiz için,
Allah katında ve insanlık önünde; millet olarak;
Millî ve dinî görevlerimizi yapamamış olmaktan ötürü;
Çok mahcup ve çok mes’ûl bir durumdayız!
İşte bu vaziyet karşısında, silkinip kendimize gelmek,
O’nun sonsuz merhametine sığınmak için: İslâm’ı anlamış olarak
“Fefirrû ilallah.” (Zariyat: 50) / “…Allah’a koşun.”