Son kitabımız Kur’anı Kerîm, semavî kitapların sonuncusudur. Kur’anı Kerîm’de daha önce vahyedilen kutsal kitaplardaki meseleler özlü olarak, temel hususlar da aynen mevcuttur. Kur’anı Kerîmi okuyan; gelmiş geçmiş bütün semavî kitapları incelemiş gibi olur.
Kur’anı Kerîmde fazla olarak kendisinden evvel indirilen kutsal kitaplarda olmayan ve âhir zaman ümmetini ilgilendiren hususlar da yer almaktadır. Aynen onun gibi, her asrın Rabbanî eserlerinde de, kendisinden önceki tefsirlerde zikrolunan açıklamalar olmakla beraber, onlarda olmayan ve kendi asrında çıkmış problemler için de, bakış tarzları nazara verilir.
Şüphesiz Kur’anı Azimüşşan ezelden gelip ebede gittiği ve Allah kelâmı olduğu için, O’nun okyanuslar kadar engin ve derin olan manalarını beşer gücü tam anlamıyla ifade etmekten, kavramaktan ve anlamaktan âcizdir.
Elbette denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa, yine de Rabbin kelâmı, tam manasıyla kaleme alınamaz. Çünkü Kur’anı Kerîm öyle bir şâhika, öyle bir zirvedir ki, ona çıkaran her bir basamaktan sonra yeni basamaklarla karşılaşırız. Böylece onun erişilmezliği bir kat daha artarak devam eder.
Bizler daima O’na yükseliş hareketi içinde bulunur; fakat yeni mana ufuklarına yelken açarken, her an O’nun zirvesine erişilmezliğin de idrâki içinde olur. Hep mecrada, hep Kur’an semasına yükselişlere kanat açar.
Fakat Kur’an semasının her bir mana tabakasında, önümüze aşmamız gereken yeni mana tabakalarının çıkmış olduğunu hayretle görürüz.
Bu İlâhî feyz kaynağı karşısında Sübhanallah, Allahüekber demekten kendimizi alamaz. Elhamdülillah kal’asına sığınmaktan başka çare bulamaz:
“Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı.”
diyen şairin dilek ve temennisini gerçekleştiren cihan-baha eserleri okumuş oluruz.
Rabbânî eserlerin sadece içerik / muhteva ve konuları değil, bu içeriği sunuş şekli de, tebliğ hususunda öğretici, eğitici ve metod gösterici mahiyettedir. Çünkü asıl olan, insanları tenkit etmek değil, onlara tebliğde bulunmaktır. Yani insanların ne olduklarını yüzlerine vurmak değil, fakat ne olmaları lâzım geldiğini anlatmaktır.
Zaten asıl olan insanları tehdit etmek değil, onlara teklifte bulunmaktır. Yani okuyan ve dinleyenlerin aklına kapı açmak, istek ve tercihi onlara bırakmaktır. Bir bakıma “Dinde zorlama yoktur.” mealindeki âyeti kerîmenin binler anlamından birini tatbik mevkiine koymaktır.
Kısaca demek lâzımsa İslâm; tenkit değil tebliğdir. Tehdit değil, tekliftir. İşte asıl olan bu meslek ve meşrebi / gidişatı düstur ve prensip edinmektir.
Ne demek, tenkit değil tebliğdir. Biraz açacak olursak; doğrudan doğruya, iki kere iki dörttür dersek; bu tebliğe girer. En kısa, en kestirme yol budur. Fakat iki kere üç, dört değil. İki kere beş dört değil gibi, bütün olumsuzlukları saydıktan sonra, iki kere iki dörttür gerçeğine gelirsek, bu yol çok uzun, çok zor, üstelik belki de sonuca erişemeyeceğimiz bir yoldur.
Bu yol tenkit yoludur. Bu yolda, doğru diye yanlışa sarılanları incitmek söz konusudur. Kimse “ayranım ekşidir” demeyeceği için, doğru sandığı yanlışa, tenkit edildiğinde hissî olarak sahip çıkar! Gerçeğe karşı direnir. Üstelik hasım da olur.
Öyleyse onun benimsediklerine ilişmeden gerçeği anlatıp, aklın önüne sermek ve kabul edip etmemek hususunda onu serbest bırakmak, en güzel yoldur. Kaldı ki, bâtıl ve sapık fikirleri iyice tasvir ve açıklamak; saf zihinlerin onlara kapılmasına da sebep olur. Çünkü arzu ve zevklere hitap eden gayri meşru şeyler; görünüşte hislere çekici ve câzip gelebilir. Kişinin onlara takılmasını temin edebilir.
İşte bütün insanları kazanmak, bütün insanlığı aydınlatmak ve bütün insanların en büyük mes’elesi olan ebedî saadeti kazanmalarını en büyük dava edinmek için, böyle Kur’anî bir yolu seçmek gerekir.
Nitekim Hz. Muhammed’in Hz. Ali’ye şu sözü, nasıl bir hedef seçmek gerektiğini açık bir şekilde gösterir: “Ya Ali, senin vesilenle bir kişinin imana gelmesi, sahralar dolusu kırmızı koyunlara sahip olmandan iyidir.”