İnsanın hisleri; sonucu görmez! Birkaç gramlık hazır lezzeti, ileride sekiz on kiloluk lezzetlere tercih eder. Bu yüzden akıl ve fikre galebe eder, üstün gelir! Bu gibi gayri meşru, uygunsuz zevk ve eğlencelere düşkün olanları bu sefahetlerden kurtarmanın tek yolu, o çeşit lezzetlerin içindeki elemleri / acıları göstermektir. Menfî hisleri yenmektir.
“Yestehibbune’l-hayate’d-dünya.” (İbrahim suresi: 3) / “Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler!” Âyetinin işaretiyle, bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği hâlde, dünyanın kırılacak şişe parçalarını ona tercih ederler. İmanlı / inançlı kişiler iken, inançsız olanlara o dünya sevgisi ve o sır için tâbi olup uyarlar.
İnsanı bu tehlikeden kurtarmanın tek çaresi, dünyada bile cehennem azabının, elem ve acılarının bulunduğunu göstermektir. Çünkü bu zamanda kesin ve şüpheyi akla getirmeyen bir küfür ve inkâr edicilik vardır! İlim ve fenden gelen dalâlet ve sapıklık vardır. Sefahetten gelen tiryakiliğin inadı vardır.
Bu durum karşısında sadece Cenabı Hakkı tanıttırmak yetmez. Onlara karşı sadece cehennemin varlığını ispat etmek ve kanıtlamak bir şey ifade etmez. Sadece Cehennem azâbını hatırlatmakla, insanları fenalık ve kötülüklerden alıkonulmasını istemekle, ancak insanların yirmide biri ders alabilir. Ders alsa bile, “Allah gafûrdur, rahîmdir. Üstelik cehennem pek uzaktır!” der. Sefahetini sürdürebilir. Kalbi, ruhu hislerine yenik düşer.
Öyleyse, küfür / inançsızlık, dalâlet ve sapıklığın dünyadaki elîm ve ürkütücü sonuçlarını göstermek gerekir. Çünkü ancak bu şekilde en inatçı, nefislerine düşkün insanları bile o uğursuz gayri meşru lezzetlerden, sefahetlerden nefret ettirebilir, onlardan soğutabilir. Aklı başında olanları tövbe ve pişmanlığa yöneltebilir.
İşte ancak bu şekilde iman ve inaçta; manevî bir cennet olduğunu bilir. Ancak bu şekilde dalâlet denen sapıklıkta -bu dünyada bile- mânevî bir cehennem olduğunu farkeder, anlar. Yoksa, insanlar âlemine dalâlette olanların gözüyle bakınca, o âlem çok karanlık ve dehşetli görünür.
Kalbi feryat ve figana boğarak “eyvah” dedirtir. Çünkü insanın ebede uzanıp giden arzuları, emelleri vardır. Kâinat ve evreni kuşatan tasavvur ve fikirleri vardır. Ebedî / sonsuz / bitimsiz, beka / kalıcı olmak / devamlılık gibi istek ve arzuları vardır. Ebedî saadet ve mutluluğu arzulayan, hele cenneti gayet ciddî biçimde isteyen himmet ve kalbî çalışma ve gayretleri vardır. Fıtrî / yaratılıştan gelen istidat, kabiliyet ve yetenekleri vardır. Had ve sınır konulmayan, serbest bırakılan kuvveleri / potansiyel güçleri vardır. Hadsiz maksatlara yönelik ihtiyaçları vardır. Zaaf ve aczleriyle beraber, hücumlarına mâruz kaldıkları sayısız musibetleri vardır.
Düşmanlarıyla beraber son derece kısa bir ömür, her gün ve her saat ölüm endişesi taşımaları vardır. Gayet dağdağalı ve zorlu bir hayat yaşamaktadırlar. Son derece geçim derdi ve geçim endişesi içindedirler. Kalbe, vicdana en elîm en müthiş gelen bir hâl içindedirler.
Daima zeval ve firak belâsı çekmektedirler. Hele bir de gaflet içinde iseler; ebedî bir karanlığın kapısı suretinde görülen kabir ve mezarlık onları beklemektedir.
Öyle bir yer ki, insanlar birer birer o karanlık kuyuya atılmaktadır.
İşte bu insanlar âlemi bu karanlıklar içindeyken; kalb, ruh ve akıl gibi tüm insan lâtifeleri yani mânevî duyguları; hattâ bütün beden zerreleri feryat ile ağlamamaları mümkün mü?
İşte bu vaziyette iken, Kur’an’dan gelen nur, iman kuvveti, o her şeyi ters ve sapık gösteren gözlüğü kırdı. Ve görüldü ki:
Allah’ın Âdil ismi; hikmeti gösteriyor.
Rahman ismi; kerîm oluşunu nazara veriyor.
Rahîm ismi; gafûr sıfatını gösteriyor.
Ölüleri tekrar dirilten anlamındaki Allah’ın Bâis ismi; tüm mülkü elinde tutan Allah’ın Vâris ismini gösteriyor.
Maddî-mânevî hayat verici mânasındaki Muhyî ismi; ihsan edici yâni verici oluşunu belirtiyor.
Rab ismi; O’nun mâlikiyetini gösteriyor.
Velhâsıl:
O karanlık insanlar âlemi içinde, çok âlemler bulunan hepsini ışıklandırıyor, şenlendiriyor.