İnsan, dünyaya Allah’ı bilmek, tanımak, sevmek ve O’na ibadet için gönderilmiştir.
Bunun için, tefekkür ederek fikren dünya ve içinde bulunduğu kâinatta seyahat etmesi gerekir.
Her varlıktan Yaratanı mânen sormaya ihtiyacı var.
Bu seyahat, hakka’l-yakîn bilişe varıncaya, yani bilişle, görüşle bizzat mânen idrakli bir
Yaşayışla sonlanıncaya kadar devam etmeli.
Allah’ın varlık ve birliğinin olmazsa olmazlığı, kendisini belli edene kadar sürmeli.
Dünya misafiri olan insan; kimin misafiri olduğunu anlayana kadar, hareket hâlinde bulunmalı.
Ta ki, Yüce Yaratıcı’nın vahdetini / birliğini yansıtan burhan ve delilleri görebilsin.
Çünkü Allah’ın mutlak / sınırsız ulûhiyeti / ilâhlığı karşısında,
İnsanoğlunun dünyada kendini bildi bileli, O’na ibadet ettiği bilinen bir gerçek.
Tüm canlıların, hattâ tüm cansızların hâl diliyle bu tapınışlar içinde bulunması;
Bu hakikati, anlamamızı sağlar. Zaten kâinatta maddî ve mânevî bütün nimet ve ihsanların
Her birinin, Yaratan’a ibadet ettiren hatırlatıcılar olduğu bundan da anlaşılır.
Nitekim vahiy ve ilhamlar gibi, bütün gaybî / görünmez ve mânevî zuhûrlar,
Tek bir İlâh’ın varlığını ve kâinatta O’nun hükmünün geçtiğini gösterir.
Madem böyle bir ulûhiyet hakikati var. Elbette, ortaklığı kabul etmez.
Çünkü İlâh’a kulluk ve şükürle gerekeni yapanlar; kâinat ağacının şuur sahipleridir.
Başkaların o şuur sahiplerini kendilerine çevirmesi, hakikî mâbudlarını onlara unutturması;
Ulûhiyetin mâhiyet ve kutsal maksatlarına öyle bir zıtlıkdır ki, hiçbir şekilde kabul edilemez.
Nitekim Kur’ân’ın, çok tekrar ve şiddetle şirki / Allah’a ortak koşmayı reddetmesi,
Müşrikleri / Allah’a ortak koşanları, Cehennem ile tehdit etmesi bu yüzdendir.
Evet, bütün kâinatta, bilhassa canlılarda ve özellikle onların terbiye ve iaşelerinde,
Her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde Hakîmane, Rahîmane
Gaybî bir el tarafından, umumî bir tasarruf ediş vardır.
Şüphesiz bu, mutlak bir Rubûbiyeti belli etmekte ve bunun ışığını sızdırmakta.
İşte bu mutlak / sınırsız Rubûbiyet / Rablık; şirki / Allah’a ortak koşmayı kabul etmez.
Çünkü o Rubûbiyet’in; kendi cemalini izhar / belli etmek, kemalâtını / olgunluğunu ilân
Ve kıymetli sanatlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi, en mühim maksat ve gayeleri;
Cüz’iyatta ve canlılarda merkezîleşmekte / toplanmakta. Küçük bir şeye ve en küçük bir canlıya
Müdahale eden / karışan bir şirk, o gayeleri bozar.
Nitekim Kur’ân’ın insanı tevhîde yöneltmesi, bu büyük sırdan ileri gelmekte.
Kâinatın ulvî / yüce hikmetleri, harika güzellikleri, âdilâne kanunları, hakîmane gayeleri;
Mükemmel oluşunun vücuduna apaçık delillerdir. Özellikle kâinatı hiçten / ilminde var olan
Potansiyel şeyden icat edip, her bakımdan mucizeli, cemalli / güzel bir surette idare eden
Hâlık’ın mükemmelliğine ve o Yaratıcıyı gösteren şuurlu bir ayna olan
İnsanın kemalâtına şahitliği pek açıktır.
Madem kâinatın en önemli meyvesi, arz’ın halîfesi ve Hâlık’ın en güzel bir şekilde yarattığı
Ve onun sevgilisi olan insanın kemalâtı hak ve hakikatdir.
Elbette, mükemmel ve hikmetli kâinatı / evreni; yok oluşta görmek, neticesiz
Ve tesadüfün oyuncağı, canlıların zâlimlik yaptıkları, şuur sahiplerinin
Dehşetli bir hüzün yeri bilmek çok yanlış. Eserleri ile istidat ve kabiliyeti görünen insanı;
Bîçare, perişan, en aşağı bir hayvan seviyesine indiren bakış yersizdir.
Yaratan’ın isimlerini aksettiren mevcudatın şehadeti ile sonsuz muhteşemliği bulunan
Yüce Allah’ın büyüklüğüne perde çeken şirk; elbette imkânsız.
Çünkü zerre, bitki ve hayvanlardan yıldızlara kadar; Rabbanî Ordular denen o
Küçücük Memurlar üzerinde hakîmane yaratılış emirlerinin, âmirane hükümlerin,
Şâhâne kanunların varlığı; kapsamlı bir âmiriyet ve hükmedişin mevcûdiyetini gösterir.
Madem böyle küllî, mutlak bir hâkimiyet var. Elbette şirkin hakîkatinden söz edilemez.


