8.8 C
Kocaeli
Pazar, Kasım 23, 2025
Ana SayfaDin ve Ahlâkİnsan, Kâinat ve Şirk

İnsan, Kâinat ve Şirk

     İnsan, dünyaya Allah’ı bilmek, tanımak, sevmek ve O’na ibadet için gönderilmiştir.

     Bunun için, tefekkür ederek fikren dünya ve içinde bulunduğu kâinatta seyahat etmesi gerekir.

     Her varlıktan Yaratanı mânen sormaya ihtiyacı var.                                                                                                                   

     Bu seyahat, hakka’l-yakîn bilişe varıncaya, yani bilişle, görüşle bizzat mânen idrakli bir 

     Yaşayışla sonlanıncaya kadar devam etmeli.

     Allah’ın varlık ve birliğinin olmazsa olmazlığı, kendisini belli edene kadar sürmeli.

     Dünya misafiri olan insan; kimin misafiri olduğunu anlayana kadar, hareket hâlinde bulunmalı.

     Ta ki, Yüce Yaratıcı’nın vahdetini / birliğini yansıtan burhan ve delilleri görebilsin.

     Çünkü Allah’ın mutlak / sınırsız ulûhiyeti / ilâhlığı karşısında,

     İnsanoğlunun dünyada kendini bildi bileli, O’na ibadet ettiği bilinen bir gerçek.

     Tüm canlıların, hattâ tüm cansızların hâl diliyle bu tapınışlar içinde bulunması;

     Bu hakikati, anlamamızı sağlar. Zaten kâinatta maddî ve mânevî bütün nimet ve ihsanların

     Her birinin, Yaratan’a ibadet ettiren hatırlatıcılar olduğu bundan da anlaşılır.

     Nitekim vahiy ve ilhamlar gibi, bütün gaybî / görünmez ve mânevî zuhûrlar,

     Tek bir İlâh’ın varlığını ve kâinatta O’nun hükmünün geçtiğini gösterir.

     Madem böyle bir ulûhiyet hakikati var. Elbette, ortaklığı kabul etmez.

     Çünkü İlâh’a kulluk ve şükürle gerekeni yapanlar; kâinat ağacının şuur sahipleridir.

     Başkaların o şuur sahiplerini kendilerine çevirmesi, hakikî mâbudlarını onlara unutturması;

     Ulûhiyetin mâhiyet ve kutsal maksatlarına öyle bir zıtlıkdır ki, hiçbir şekilde kabul edilemez.

     Nitekim Kur’ân’ın, çok tekrar ve şiddetle şirki / Allah’a ortak koşmayı reddetmesi,

     Müşrikleri / Allah’a ortak koşanları, Cehennem ile tehdit etmesi bu yüzdendir.

     Evet, bütün kâinatta, bilhassa canlılarda ve özellikle onların terbiye ve iaşelerinde,

     Her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde Hakîmane, Rahîmane

     Gaybî bir el tarafından, umumî bir tasarruf ediş vardır.

     Şüphesiz bu, mutlak bir Rubûbiyeti belli etmekte ve bunun ışığını sızdırmakta. 

     İşte bu mutlak / sınırsız Rubûbiyet / Rablık; şirki / Allah’a ortak koşmayı kabul etmez.

     Çünkü o Rubûbiyet’in; kendi cemalini izhar / belli etmek, kemalâtını / olgunluğunu ilân

     Ve kıymetli sanatlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi, en mühim maksat ve gayeleri;

     Cüz’iyatta ve canlılarda merkezîleşmekte / toplanmakta. Küçük bir şeye ve en küçük bir canlıya

     Müdahale eden / karışan bir şirk, o gayeleri bozar.

     Nitekim Kur’ân’ın insanı tevhîde yöneltmesi, bu büyük sırdan ileri gelmekte.

     Kâinatın ulvî / yüce hikmetleri, harika güzellikleri, âdilâne kanunları, hakîmane gayeleri;

     Mükemmel oluşunun vücuduna apaçık delillerdir. Özellikle kâinatı hiçten / ilminde var olan 

     Potansiyel şeyden icat edip, her bakımdan mucizeli, cemalli / güzel bir surette idare eden

     Hâlık’ın mükemmelliğine ve o Yaratıcıyı gösteren şuurlu bir ayna olan

     İnsanın kemalâtına şahitliği pek açıktır.

     Madem kâinatın en önemli meyvesi, arz’ın halîfesi ve Hâlık’ın en güzel bir şekilde yarattığı

     Ve onun sevgilisi olan insanın kemalâtı hak ve hakikatdir.

     Elbette, mükemmel ve hikmetli kâinatı / evreni; yok oluşta görmek, neticesiz

     Ve tesadüfün oyuncağı, canlıların zâlimlik yaptıkları, şuur sahiplerinin

     Dehşetli bir hüzün yeri bilmek çok yanlış. Eserleri ile istidat ve kabiliyeti görünen insanı;

     Bîçare, perişan, en aşağı bir hayvan seviyesine indiren bakış yersizdir.

     Yaratan’ın isimlerini aksettiren mevcudatın şehadeti ile sonsuz muhteşemliği bulunan

     Yüce Allah’ın büyüklüğüne perde çeken şirk; elbette imkânsız.

     Çünkü zerre, bitki ve hayvanlardan yıldızlara kadar; Rabbanî Ordular denen o

     Küçücük Memurlar üzerinde hakîmane yaratılış emirlerinin, âmirane hükümlerin,

     Şâhâne kanunların varlığı; kapsamlı bir âmiriyet ve hükmedişin mevcûdiyetini gösterir.

     Madem böyle küllî, mutlak bir hâkimiyet var. Elbette şirkin hakîkatinden söz edilemez.

Muhsin Bozkurt
Muhsin Bozkurt
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.
Önceki İçerik

Seçtiklerimiz

spot_img