-Hakikat, gerçek ve garip şeyleri keşif için insanda; öyle bir şevk, öyle bir merak vardır ki, bu uğurda canını, malını feda etmekten çekinmez.
Nitekim keşif için, kutuplara gitmekten, Afrika içlerine dalmaktan, hatta feza ve uzaya tehlikeli ve zorlu yolculuklar yapmaktan kendini alamaz!
-İnsan, hayvan gibi yalnız içinde bulunduğu an ve hâle tutkun ve sadece onunla meşgul değildir. Aynı zamanda müstakbel / gelecek korkusu da taşımaktadır. Üstelik mazi / geçmişin hüzün, keder ve gamları ile de, dolup taşmaktadır. Hâlbuki:
“Biliniz ki, Allah’ın dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar / üzülürler. Onlar iman eden ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınan takva ehlidir. Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjde vardır. Allah’ın sözlerinde değişiklik olmaz. En büyük kurtuluş işte budur.” (Yunus: 62 – 64)
-Zamanın seyli ile beraber gelip geçen günlerden, senelerden, asırlardan gece ve gündüzün değişmesi ile pek çok gaybî ve uhrevî netîceler ortaya çıkmaktadır.
Ve bilhassa âlemin fihristesi hükmünde olan insan fabrikasında dokunan mensucat ve dokunanlar; o hakikatleri tenvir eder / aydınlatır.
Öyle ise, bu fâni dünyada mevt / ölüm, fena / fânilik; gaybî devirlerde safî, apaçık bir bekaya intikal ederek bakî kalır. Nitekim insanın ömür dakikaları insana avdet edip dönerler. Ya gafletle muzlim / karanlık olarak gelirler veya aydınlatıcı hayır, iyilik ve güzellikler ile avdet ederler.
-İnsan fıtraten / yaratılışı bakımından mükerrem / aziz, saygıdeğer olduğundan hakkı arar. Bazen bâtıl / boş ve mânâsız şeyler eline gelir. Hak zannederek sahip çıkar! Hakikati kazarken, istemiyerek dalâlet / boş inanç ve düşünceler başına düşer. Hak diye ona sarılır.
-İnsanı fikren dalâlete / yanlışa atan sebeplerden biri de, ülfet / alışkanlık hâline getirdiği şeyleri; kendince malûm ve bilinen hususlar olarak sanmasıdır!
Hâlbuki ülfetden dolayı bildiğini sandığı şeyler; harika kudret mucizeleri oldukları halde, onları dikkate almıyor! İşte bu yüzden inceden inceye tetkik etmeye lüzum görmüyor!
-Ey insan sen! Büyük bir emanetin hâmili / taşıyıcısın. Çünkü sen; arzın halifesisin! Yeryüzünde bazı konularda Allah adına hareket edebilensin.
-İnsan gerçi câhildir. Ama ona öyle bir istidat ve kabiliyet verilmiştir ki, âleme bir nümune ve örnek olmaya, haklı bir şekilde liyakat kazanmıştır.
Hem o insanda, öyle bir emanet vardır ki, ona vedia / koruması icabeden bir keyfiyet olarak verilmiş olup; onunla gizli defineyi, hakikat ve gerçeği bulur, açar.
Hem o insandaki kuvvetlere, istidat ve kabiliyetlere bir sınır konmamıştır. Bundan dolayı insan, çok yönlü bir şuur ve bilinç sahibidir.
İşte bu yüzdendir ki, Ezel Sultanı olan Allah’ın azamet ve haşmetinin şaşaasını / muhteşem görüntüsünü idrak edebiliyor. Derk edip anlayabiliyor.
Mâşukun / âşık olunanın hüsnü / güzelliği, âşığın nazarını gerektirdiği gibi, Ezelî Nakkaş olan Allah’ın rububiyeti de, insanın nazarını celbeder. Ki, hayret ve tefekkürle takdir, tahsin ve beğenilerde bulunsun.
Zaten yaratılışın asıl gaye ve hikmeti de bu değil mi?
-Bazı insanlar zerrede boğulurlar. Bazısında da dünya boğulur. Bazılar da, kendilerine verilen anahtarlardan birisiyle; kesretin en geniş bir âlemini açar. Fakat içinde boğulur. Tevhid ve vahdet sahiline zorla vâsıl olur.
Demek, insanın ruhanî seyrinde çok tabakalar vardır. Bir tabakada insanlara tevhid huzuru pek sühuletle / kolaylıkla nasip ve müyesser olur.
Bir tabakasına da gaflet, vehim ve kuruntular öyle yayılır ki, çokluk içinde boğulmakla tam mânâsıyla tevhidi unutmuş olur.
Düşüşü yükseliş, gerilemeyi ilerleme, bilmemekle beraber bilmediğini de bilmemeyi, kesin bir biliş sanır!